Suudi Arabistan gelirlerinin %45’ini (kalanını hac turizminden) ve ihracatının ise %90’ını petrolden elde ediyor. Suudi Krallığı günümüzde tüm dünya devletlerinin ihtiyaç duyduğu ve arayı iyi tutmaya çalıştığı bir ekonomik güç. Bu itibarla, bundan önceki Suudi Kralının ölümü ile birlikte Türkiye’de üç (3) gün resmi yas ilan edilerek tüm yurtta Türk bayraklarının yarıya indirilmiş olduğunu unutamadık. Belli ki Soma’daki maden ocağı faciasında ölen 301 kişi için bu kadar üzülmemiştik. Cemal Kaşıkçı “muhalif Suudi gazeteci” olarak sunuluyor, ancak aslında kendisi Suudi idarelerinin en ateşli savunucusu olmuştur ve kendisini militan/radikal bir Müslüman Kardeşler mensubu olarak tanımlar(dı). Ancak Prens Selman’ın kendi muhaliflerini bir saraya hapsederek eziyet ettiği sırada, bu kişiler arasında Kaşıkçı’nın patronu da varmış ve patronunu korumak adına bazı yazılar yazmış, o zamandan bu yana da Prens tarafından mimlenmiş. Ayrıca Suriye’deki muhaliflerin kafasının kesilmesini desteklediği de biliniyor. Kendisinin Türkiye’ye bayıldığı da söylenemez, zira Fetö’den pek sevimli ifadelerle söz edermiş yazılarında. Zaman değişip ülkesine girmek ve kalmak onun için tehlikeli olduğu andan itibaren ise, özellikle ABD ve Türkiye’yi kendisine mesken edinmiş. Nişanlısı (veya imam nikâhlı eşi) olduğu bilinen ve henüz 2013 yılında İlahiyat Fakültesinden mezun olan Hatice Cengiz’in Cemal Kaşıkçı Suudi konsolosluğuna girdikten ancak 3 saat sonra Yasin Aktay’a ulaştığı hala muamma. Zira bizzat nişanlısı kendisine “1 saat içinde çıkmazsam, şu numaraları ara” talimatını vermişti. Hatice Cengiz hakkında çok az bilgi mevcut bulunduğu için, kendisinin CIA/MİT ajanı olabileceği yönünde bile haberler çıktı, türlü komplo teorileri üretildi. Oysa Kaşıkçı’nın ABD ile birlikte Türkiye’de yaşamayı seçmesinin nedeni, sadece İstanbul’da 3 bin civarında Arap muhalif ve gazetecinin bulunmasıdır. Bir zamanlar Arap dünyasının muhalifleri Paris’e sığınıyorlardı, artık rota İstanbul’a döndü. Bunun da öncelikli sebebi Sayın Cumhurbaşkanımız Recep Tayyip Erdoğan’ın bu gazeteci ve medya çalışanlarını kendi kişisel propagandasını yapmak üzere kullanmak istemesi. Bu kişilerin çoğu TRT Arap kanalı ve Anadolu Ajansı’nın Arapça kısmı gibi organlarda değerlendiriliyor. Maaşlı troller de başka bir propaganda kanadını oluşturuyorlar. Genelde Erdoğan’ın “Arap dünyasının koruyucusu ve kurtarıcısı olduğu” yönündeki düşünce ve yaklaşımları yayma yönünde yönlendirici ve aşılayıcı haberler yapıyor ve bunları Arap dünyasına yayıyorlar.

Dolardaki her 1 kuruşluk artışın maliyeti ülkemiz için yaklaşık 3 milyar lira olarak hesaplanıyor. Türkiye yoğun bir şekilde dış piyasalarda kaynak arayışında. Ancak biz halen krize kriz diyemiyoruz, bunun yerine “manipülasyon, savrulma, daralma, darboğaz, sıkıntı” gibi tuhaf kelimeler tercih etmemiz isteniyor. Türkiye uzun yıllar boyunca köyden şehre kaçarken ve bu kaçanlar ticaret yapma veya çalışma, emek üretme kavramları yerine kolay yoldan zenginleşmeye odaklandığı için, tarımın önemini tamamen unuttuk ve kendi ayağımıza kurşun sıkmış olduk. İngiltere bile arazilerinin %70’ini tarıma ayırmışken, şehirleşme adına tarıma gereken özeni gösteremedik, özellikle zirai teknoloji alanında çok geride kaldık ve neticede bir zamanlar kendine yeten 7 ülkeden biri olan Türkiye, artık bugün en basit tarım ürününü bile ithal eder konuma geldi.

Son 30-40 yıldır 30-40 bin yurttaşımızı kaybetmemize neden olan terör belası ve bundan dolayı yapılan savunma harcamaları istenilen gelişmişlik düzeyinin çok uzağında kalmamızın mazereti olarak gösteriliyor. Oysa ekonomik kalkınmışlık bakımından bizim bir hayli üzerimizde yer alan pek çok ülke kendi ulusal maceralarına bizden çok sonra başladılar. 1960’lı yıllardan sonra serpilen, üç tarafı büyük ve tarihi düşmanları ile çevrili ve doğal kaynağı bulunmayan Güney Kore’nin büyük başarısından daha önce söz etmiştim. Bir başka örnek olarak İspanya verilebilir. 1936-1939 arasındaki 3 sene boyunca süren ve 600 bin İspanyol vatandaşının ölmesiyle sonuçlanan İspanya İç Savaşı bu ülke için tam bir felaket olmuştur. O yıllarda İspanya’nın toplam nüfusunun 24 milyon olduğunu hatırlarsak, basit bir orantı bugünün Türkiye’sinde tam 2 milyon kişinin ölmesiyle eşdeğerdir. Üstelik İspanya iç savaşı kazanan faşist Franco’nun 1975 yılında ölümüne kadar böylesi bir istibdat idaresi altında yönetildi. İspanya şu an bir turizm devi ve dünya gelişmişlik ve en büyük ekonomiler sıralamasında 14. sırayı işgal ediyor. Aynı listede Güney Kore 11. sırada.

Biz ise yeni açılan “İstanbul Havalimanının” dünyanın en büyük havalimanı olduğu yalanı ile günübirlik mutluluklar, hedonik zevkler yaşıyoruz. Hâlbuki bizzat Erdoğan’ın ifadesiyle, havalimanı bu hacmine ancak 2028 yılında ulaşacak ve şu an yapım aşamasında olan çok daha büyük ölçekli ve hacimli havalimanı inşaatları Suudi Arabistan ve Çin gibi ülkelerde sürüyor.

Bir ülkenin isminin sonrasında “Cumhuriyet” olup olmaması o ulus için pek de belirleyici değil. İngiltere, Japonya, Danimarka, İsveç, Norveç, Belçika, Hollanda ve İspanya gibi ülkeler “cumhuriyet” olmadıkları halde ve “demokratik monarşiler” olarak anılmalarına rağmen dünyanın kaderini yönlendiren en büyük, müreffeh ve güçlü ülkeler. Suudi Arabistan ve Körfez ülkelerinin çoğu da demokratik olmayan otokratik ve teokratik monarşilerdir ve buna karşın kuvvetli ve zengin konumlarını muhafaza etmektedirler. Cumhuriyetimizin 95. yılında, belki artık çok geç de olsa, rehavetten kurtulmanın, dünyanın gerçeklerine ve uygarlığın gereklerine uyum sağlamanın yol ve yöntemlerini aramanın zamanı gelmiş ve geçiyor...