İzmir’in en eski semtlerinden eskiden Rumların ve Yahudi nüfusunun büyük bir çoğunluğunun yaşadığı Karataş’ta yetişen yazar Avram Ventura “Bir yerimiz varsa bu dünyada / Her şey insanca olmalı / Sevmek de / yaşamak da / ölmek de” der.

Her şey insanca olmalıydı, ölüm de… Ama insan en büyük muammaydı. Ölüm sıradan bir hâl alınca toplumda, ateş yalnız düştüğü yeri yaktığından toplumsal dayanışmanın yerini bireysel acılar aldı. Artık duyarsızız ölümlere.

Denilecek ki, acılar ne zaman paylaşılabildi ki? Hatırlanacak belki Ankara, Suruç, Soma, Reyhanlı, Roboski ve diğerleri.

Bunca felaket yaşayan bir toplumduk. Ama çabuk unutandık! Unutmuştuk Madımak’ı, Çorum ve Maraş’ı, 6-7 Eylül pogromunu, 33 Kurşun Katliamını, Dersim’i. Ve siyasî cinayetleri, işkenceleri, fail-i meçhulleri, “hayata dönüş” operasyonlarını, açlık grevlerini, ölüm oruçlarını…

Saydıklarım bir doğal felaket değil. Her biri insan eliyle yaratılan ölüm ortamında nice canın yitip gittiği olaylar zinciri. Şu an bu olayların birçoğu gündemimizde yok.

Ama yine ölümlerden bahsediyoruz. Aktörler farklı, yöneticiler değişik, olayların üzerinden yıllar geçmiş, dünya değişmiş ama toplumdan katliamlar, ölümler hiç eksik olmamış. Hep gözyaşı akmış insanların.

Yakın tarihimizi iyi tahlil edemediğimiz için bu sistematik cinayetlerin yaşandığı olayları ancak bir araya getirebildiğimizde belki farkına varmışız acı gerçeğin: ölüm… Hep ölüm!

Ölümün “kader” sayıldığı coğrafyada çok yadırganmamış da bu. Bunun için ki, kolektif hafıza gelişememiş, vicdan susmuş ve yine yine ölmüşüz. Her öldüğümüzde biraz daha yitirmişiz insanlığımızı. Ölüm kültürü, cezasızlık kültürüyle birleşmiş, hesap sorulamamış cinayetlerden çünkü.

Devlet dersinde ölen çocuklar

Şükrü Erbaş’ın şiirinde geçiyor: “Halkın kirpiklerinden bir beşikte çocuklar / Üç zamanı birden büyüyor katillerine gülümseyerek.” Zira devlet dersinde ölen çocuklar onlar.

Diyarbakır İnsan Hakları Derneği’nin hazırladığı “2012 Yılı Doğu ve Güneydoğu Anadolu Bölgelerini Kapsayan Çocukların Yaşam Haklarına Yönelik İhlâl Raporu”na göre, 1988-2013 arasında 569 çocuk öldürüldü. 2015’te ise “Doğu ve Güneydoğu Anadolu Bölgesi Çocuk Haklarına Yönelik İhlâller Raporu”na göre 61 çocuk… Ölümleri gaz bombalarıyla, kurşunlarla, sınır hatlarında vurularak, polis araçlarının çarpmasıyla, işkenceye maruz kalarak, ihmallerle devletin elinden oldu.

“Buraya bakın, burada, bu kara mermerin altında / Bir teneffüs daha yaşasaydı / Tabiattan tahtaya kalkacak bir çocuk gömülüdür / Devlet dersinde öldürülmüştür” (Ece Ayhan).

Gazeteci Gökçer Tahincioğlu “Devlet Dersi” kitabında sokağa çıktığı için öldürülen, kötü muameleye maruz kalan, sokağa çıkılması yasak kentlerde ölen, iş cinayetlerinde, okulların güvensizliğinde yaşamını kaybetmiş, istismara uğramış, cezaevinde ölümle tanışmış çocukların hikâyelerini anlatıyor; “çocuk hak ihlâllerinde cezasızlık öyküleri”ni…

Diyarbakır’da 2006 yılında 10 kişinin yaşamını yitirdiği polis müdahalesinde yararlanan 13 yaşındaki Abdullah Yaşa’nın ailesinin tazminat talebiyle açtığı davada, ailenin İdarî Mahkeme’nin “yasadışı olaylar sonucunda gerçekleşen yaralanmadan kişinin sorumlu olduğu” kararıyla mağduriyetinin giderilememesinin yanı sıra nasıl suçlu çıkarıldığına dikkat çekiyor. Tahincioğlu diyor ki, “kitapta ısrarla anlattığımız şey, cezasızlık kültürünün size sürekli ‘ama’ dedirtmeye çalıştığıdır. Orada bir hak ihlâli dururken başka bir yeri işaret eder, bu kültür. Kitaptaki 19 ayrı hikâyenin ortak noktası bu.”

Polise taş attığı için kafasından vurulan çocuğun ölümünü tartışırken cümleye “ama” diye başlandığında tam da istenilen hâlde olunduğunu söylüyor.

Sokağa çıkma yasaklarının olduğu Diyarbakır’ın Sur ve Şırnak’ın Cizre ilçelerinde operasyonları protesto eylemlerinde çıkan olayda 17 yaşındaki Mahmut Bulak tek kurşunla vuruldu. Kaldırıldığı hastanede kurtarılamadı.

Berkin Elvan evinden ekmek almak için çıktığında başına isabet eden gaz bombasıyla aldığı darbe sonucu ölmüştü.

Berkin Elvan, eğer ekmek almaya değil de Gezi eylemlerine katılmak için evden çıksaydı, polisin şiddeti meşru mu sayılacaktı? Diyelim ki elinde taş vardı. O an orada vurulacak, yargısız infaz mı yapılacaktı?

Ama o dönemin başbakanı Erdoğan ve nezih medyasının bir yandan Berkin’in elinde sapan olduğunu söyleyerek/yazarak diğer yandan da “terörist” ilan ederek ölümünü nasıl haklı kılmaya çalıştıklarını hepimiz biliyoruz. Sonra Türkiye’nin bir hukuk devleti olduğunu söylediklerini de.

Bir hayatı insan gibi tamamlamak

Ölüm çocukları vurmuş, çocukluğumuz ölmüş. Böyle ya, artık acılar da ayrılır olmuş. Çoğunluk azınlığın üzerinde tahakküm kurmaya çalışmış, dahası ölen Kürt, Roman, Alevi, Ermeni, Rum ise “Onlar mutlaka bunu hak edecek bir şey yapmıştır" diyerek vicdanlarından kaçanlar olmuş, örneğin Ermeni olmak küfür sayılmış, ölümler haklılaştırılmaya çalışılmış. “Türk’sen öğün, Kürt’sen itaat et”“Kurdun dişine kan değdi, korkun” şeklindeki duvar yazılamaları yapan Özel Harekâtçılar, bu kez “Seni seviyoruz uzun adam” mesajını gönderince Cumhurbaşkanı Erdoğan “duygulanmış, gururlanmış.” Cenazeler polis araçları arkasına bağlanarak sürüklenmiş, cansız bedenler teşhir edilmiş. Birileri de ülkenin çeşitli illerinde Kürt işçilere saldırmış. Alevilerin evlerine işaretler konulmuş.

Başkaları için ağır aksak işleyen hukuk bile “öteki”ler için geçerli olamamış. Bir eliyle Erdoğan’ı, diğer eliyle içinden geldiği ülkücüleri selamlayarak “Oluk oluk kanlarını akıtacağız” diyenlerin düzenledikleri mitinglerde üst düzey güvenlik önlemleri alınırken, güvenliği sağlanamayan Ankara’daki eyleme barış istemeye giden onlarca kişinin katledildiği gün devletin bakanları, “İstifa etmeyi düşünüyor musunuz?” diye sorulduğunda gülerek yanıt vermiş.

Çözüm süreci buzdolabına alınmış ve artık o buzdolabına çocukların cansız bedenleri konulur olmuş.

Türkiye İnsan Hakları Vakfı’nın (TİHV) verilerine göre, çatışmaların, operasyonların, sokağa çıkma yasaklarının eksik olmadığı Kürt illerinde 42’si çocuk 224 sivil yaşamını kaybetmiş. 35 günlük, 3 aylık, 5 aylık bebekler; 2 yaşındaki, 5 yaşındaki, 8 yaşındaki, 10 yaşındaki, 12 yaşındaki, 16 yaşındaki, 17 yaşındaki çocuklar; 18 yaşındaki, 19 yaşındaki, 21 yaşındaki gençler; 30 yaşındaki, 40 yaşındaki, 41 yaşındaki, 57 yaşındaki kadınlar; 70 yaşındaki, 78 yaşındaki, 80 yaşındaki yaşlı insanlar ölmüş.

İçinde cenazelerin ve yaralıların bulunduğu, Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın “güvenlik bölgesine girmesi söz konusu olmayan ambulanslara yaralıların götürülmediğini” söylediği, Başbakan Davutoğlu’na göre “muhtemelen hiç yaralı bulunmayan” Cizre’deki bodrum katında; TRT “60 PKK’lının öldürüldüğünü” duyurmuş, Valiliğin açıkladığına göre “10 ‘terörist’ etkisiz hâle getirilmiş” ve önce 27, sonra da 12 cenaze alınmış oradan. Diğer evlerde bulunanlardan ise haber alınamamış. Hattâ başka bir binanın bodrum katında 20 kişi ve 20 kişinin de yanmış bedenlerinin bulunduğu haberi gelmiş.

Yine Cizre’de sokak ortasında 4 cenaze bulunmuş. Aralarında yaralıların da bulunduğu 37 kişinin mahsur kaldığı başka bir binada top atışları nedeniyle çıkan yangında 9 kişi yanarak can vermiş. 

7 Haziran’dan bugüne 254 asker ve polis ölmüş”, Genelkurmay’ın açıklamalarına göre, Şırnak ve Diyarbakır’da yürütülen operasyonlarda 752 ‘terörist’ etkisiz hâle getirilmiş.”

Çözüm masasına dönülsün, diyalog kurulsun, çatışmalar, operasyonlar dursun diyenlere “hain” denilmiş; bildiri yayınlayan akademisyenler; Cumhurbaşkanı’ndan Başbakan’a, YÖK’ten Rektörlere, Dekanlara değin devletin her kademesince ve “yandaş” ve “havuz” medya tarafından hedef gösterilmiş, üniversitelerden uzaklaştırılmış. Gazetecilerin başına silah dayanmış, vurulmuş, gözaltına alınmış, işlerini yapmaları engellenmiş; kısacası hem insan hakları hem de halkın haber almak hakkı ihlâl edilmiş.

Ülke tam bir savaş alanına dönmüş. Ama muhafazakârlarla “vatan cephesi kurduklarını” söyleyen birileri (Doğu Perinçek) mutlu olmuş ve şöyle demiş: “Hayatımın en mutlu dönemlerindeyim diyebilirim. Türkiye’nin geleceğine güvenle bakıyorum.”

İşte bundan dolayı dedim yazının başında, “insan en büyük muamma” diye. Lâkin öyle olmasaydı bebekler, çocuklar, gençler, kadınlar, yaşlılar ölürken; cenazelere bile işkence yapılırken, sokağa çıkma yasakları uygulanırken, insanlar yaşadıkları yerlerden sürgün edilirken, çocuklar okullara gidemezlerken “mutlu” olmazlardı. Kendi gibi olandan başkasına yaşam hakkı tanımayan, yok sayan, düşman gören, öyle gördüğü için her türlü işkenceyi ve ölümü reva gören kimilerinin o “mutluluğu”, Perinçek’in sözlerinde çıkmış aslında dışa.

Yazının başındaki “her şey insanca olmalı” dizelerinin yazarı Avram Ventura yazısında Edip Cansever’in “Aşklar İçinde” şiirinden şu dizelerini hatırlatıyor: “Güç iştir çünkü bir tarihi insan gibi yaşamak / Bir hayatı insan gibi tamamlamak güç iştir.”

Ben de yazıyı Nâzım Hikmet’in Piraye’ye yazdıklarıyla bitireyim:

Onlar ümidin düşmanıdır, sevgilim,

akan suyun,

meyve çağında ağacın,

serpilip gelişen hayatın düşmanı.

Çünkü ölüm vurdu damgasını alınlarına:

-çürüyen diş, dökülen et-

bir daha geri dönmemek üzere yıkılıp gidecekler.

Ve elbette ki, sevgilim, elbet,

dolaşacaktır elini kolunu sallaya sallaya,

dolaşacaktır en şanlı elbisesiyle: işçi tulumuyla

bu güzelim memlekette hürriyet...