1946 senesine kadar (46 seçimleri de dâhil) yapılan “seçimlere” hile karıştırmak gibi bir tartışma söz konusu değildi. Zira seçimlere kurucu parti (CHP) dışında bir partinin girmesi söz konusu olmadığından mütevellit seçimlere hilenin karıştırılması ya da bugünün siyasi konjonktürün havasına daha uygun bir dille ifade edecek olursak, oyların çalınmasının ya da yakılmasının pek de bir kıymet-i harbiyesi bulunmamakta idi. Türkiye siyasi tarihinde kurucu pati’nin dışında bir siyasal partinin seçimlere katıldığı ilk seçim olan 1946 seçimleri adli denetimden yoksun ve açık oy, gizli tasnifin yapıldığı son seçimdi. Bu tarihe kadar yapılan “seçimlerde” açık oy, gizli tasnifin dışında, seçim sonuçları açıklanır açıklanmaz oy pusulaları yakılıyordu.1946’da açık oy, gizli tasnif esasıyla yapılan son seçimlerin, aslında 1947 tarihinde yapılması gerekiyordu, fakat DP’nin seçimlere hazırlıksız yakalanması adına seçimler öne alınmıştı. DP 7 Ocak 1946 tarihinde resmen kurulmuş ve kuruluşu üzerinden bir yıl dahi geçmeden seçimlere katılmıştı. Açık oy, gizli tasnifin yapıldığı, sandık görevlilerinin tamamının organik CHP’li olduğu ve tüm bunlar yetmezmiş gibi oyların çalındığı, oy kullanacak yurttaşlar üzerinde ciddi baskıların yapıldığı bir seçim ortamında DP parlamentodaki 465 sandalyeden 62’sini almayı başardı.

1946 tarihinden günümüze geçen süre yarım yüzyılı aşkın bir zaman dilimine tekabül ediyor. Başka bir ifadeyle, aslında birden fazla partinin seçimlere katılmasıyla 1923’te kurulan ülkenin “cumhuriyet” adını teoride de olsa karşılamaya başladığı tarih yarım yüz yılı aşkın bir süreye tekabül ediyor. Yarım yüz yılda demokrasinin ne denli geliştiğine bakmak için, yapılan seçimlerin gizli oy, açık tasnif esasına dayalı ve bir adli denetimden geçerek yapıldığını düşünürsek, demokraside mesafe kat ettiğimizi ileri sürebilir miyiz? Bu sorunun cevabını 30 Mart mahalli idareler seçimleri üzerinden okumaya çalışalım.

30 Mart’ta yapılan seçimlerde nasıl bir seçim sisteminin uygulandığı çok berrak değil. Zira açık oy kullanan da var, gizli kullan da. Gizli oy kullanıp gizli tasnif yapılan yerler de var, gizli oy kullanıp açık tasnif yapılan yerler de. Oy pusulalarının akıbeti de çok net değil,1946’ya kadar tüm oy pusulalarının yakıldığını biliyoruz. Ancak bugün için aynı şeyi söylemek oldukça zor. Yakılan oy pusulaları da var, çöpe atılanlar da. Sırtlanılıp kaçırılan oy çuvalları da var, bakan ve polis gözetiminde sayılanlar da…

Özetle 1946’ya kadar her şey netti, herhangi bir soru işareti yoktu zihinlerde seçimlere dair. Bugün için aynı şeyi söyleyemiyoruz maalesef. Demokrasinin gelişmesi böyle bir şey olmasa gerek herhalde.

AKP iktidarı, içine düştüğü yolsuzluk batağından aklanma yolu olarak bağımsız yargıyı değil, “millet iradesi” diye fetiş haline getirilen sandığı sırat-ı müstakim haline getirdi bu yerel seçim kampanyası boyunca. Sandıktan “milletin güvenoyunu” alabilmek adına da Erdoğan’ın kişisel olarak tüm Türkiye’de yürüttüğü seçim kampanyasının sonuçları sandığa yansımalıydı. Yansımaması ihtimaline karşı da tüm “önlemler” alınmalıydı, alındı da. Tek parti dönemindeki seçimleri aratan ve henüz sonlanmayan 30 Mart seçimlerinden Erdoğan’ın güçlü çıkması için yapılmayan pespayelik kalmadı. Erdoğan’ın seçimlerden güçlü çıkıp çıkmadığı ayrı bir tartışmanın konusu şüphesiz, fakat seçim boyunca yapılan ve hala devam eden tüm hukuksuzluklara rağmen Erdoğan’ın kısmi de olsa bir başarı elde ettiği söylenebilir. Ancak bu kısmi başarısı yolsuzluğu aklar mı sorusuna kesinlikle HAYIR diyebiliriz rahatlıkla. Erdoğan da bu iki kavram arasındaki analojiyi kuramadığından olsa gerek olacak ki, o talihsiz “Balkon Konuşmasını” yaptı.

30 Mart seçimlerinden Erdoğan’ı aklayarak çıkarmak adına, polis-yargı, bakanlar, sivil gönüllüler, bazı yerlerde (Ceylanpınar) çeteler el birliği ile çalışmaya devam ediyor. Ankara’da Gökçek’i kurtarabilmek adına seçim gecesinden beri devam eden yukarıda sıraladığım geniş ölçekli iş birliği devam ediyor, Ağrı’da 13 kez BDP adayının seçimleri kazandığı ilan edilmesine rağmen, oyların AKP lehine yükselmesi ihtimali düşünülerek 14.kes sayılıyor. Adana, Antalya ve daha sıralayabileceğimiz onlarca merkezde seçim sonuçları henüz belirginlik kazanmadı. Fakat seçim sonuçları üzerinde oynanan oyunların belki de en tehlikelisine sahne olan iki merkez Urfa’nın Viranşehir ve Ceylanpınar ilçeleri. Viranşehir’i kaybeden AKP’nin itirazı üzerine oylar yeniden sayıldı, bu arada AKP’nin herhangi bir merkezde seçim sonucuna itiraz etmesi, oyların yeniden sayılması için yeterli iken bu durum muhalefet partileri için pek de geçerli olmuyor. Bunun en net örneği BDP’nin Viranşehir sonuçlarına itirazının reddedilmesi üzerine günlerdir ilçede devam eden şiddet eylemleridir. Tüm seçim bölgelerinde oy çalma ve sayısız hukuksuzluk yaşanırken Ceylanpınar’ın önemi nereden kaynaklanıyor? Ceylanpınar, Türkiye’nin Rojava’ya (Suriye Kürdistan’nı) açılan kapısı. AKP’nin Suriye’deki radikal İslamcı gruplara verdiği destek açık bir biçimde bilinirken Ceylanpınar’ın AKP kontrolünde olmasının ne denli sonuçlar doğurabileceğini tahmin etmek güç olmasa gerek. AKP’nin Ceylanpınar adayı Menderes Atilla’nın, tescilli kontrgerilla şefi Mehmet Ağır ve El Nursa Komutanlarıyla çekilmiş fotolarını da göz önüne alacak olursak Ceylanpınar’ın kimde kalacağının önemi daha da iyi anlaşılabilir kanımca.

Son söz yerine,30 Mart seçimleri henüz bitmedi fakat Erdoğan kendini galip ilan etti ve seçim sonuçları dahi henüz netleşmemişken içeride ve dışarıda saldırgan politikaların gün be gün artacağı netleşti. Ha ne demiştik bir de, gizli oy, açık tasnif !!