Bazıları dünyayı kafasındaki sorunlarla dolaşır. Amerika'da, NYTimes'taki öyküyü okuyunca Türkiye'deki laiklik tartışmalarını düşünmemek mümkün mü? Kadıncağız, Manhattan'ın biraz kuzeyinde, 1900 kişilik bir kasabada yaşıyor. Belediye memuru, Notary Public, bizim noterlerin yaptığı işi toplum adına yapan kişi, işlemleri onaylıyor, belgeliyor, falan.
New York eyaletinde eşcinsellerin evliliği kabul edilmiş durumda, isteyenin nikâhını belediye memuru kıyıyor.. Bizimki, ben, diyor, Allah'ın mukaddes kitabında sapıklık olarak nitelendirdiği bir işlemi onamam. Belgeleri imzalamayı "inançlarına aykırı" bulduğu için, o işi yapsın diye bir başka kişiye vekalet vermiş. O da her gün bulunmadığından, haftanın belli günlerine kalmış, eşcinsel evliliklerin işlemleri.
Belediyeye evlenmek için başvuran iki kadın bu durumdan rahatsız olunca gidip mahkemeye dava açıyor. Kadıncağız bu işi yapmak istemiyorsa çekip gitsin, diyorlar. Bir yandan çiftçilik yapıp bir yandan da akşamları etrafı temizleyen, "seçimle iş başına gelmiş" belediye memuru da diretiyor ve "benden inançlarımı kapının dışında bırakmam isteniyorsa yapmam," diyor.

***


Olay NY Times'ın birinci sayfasında haber. Tüm sakinlerinin çiftinde çubuğunda olduğu, sokaklarında trafik ışıklarının bile bulunmadığı küçük kasabanın belediye memuru da o sayfada resmiyle yer alıyor. Burası Amerika, herkes 15 dakikalığına şöhret olabiliyor ama bu defa işin içinde bir de esaslı tartışma var: Amerika'nın veya dünyanın sekülarizmle bitmez tükenmez sınavı, ardı arkası kesilmez hesaplaşması!
Öyle görünüyor ki, "muhafazakâr" hanım mahkemeyi kaybedecek. İnançlarını resmi dairenin kapısında bırakacak. Bırakmıyorsa makamını terk edecek. Ne yapalım ki, "inançlı" kişiler, laik/seküler olmama hakkına sahipse de laiklik bir devlet sistemi. Bu nedenle de hanımın başkaları için yasayla belirlenmiş bir demokratik hakkı, kendi inancı ve uygulaması doğrultusunda dışlama, uygulamama hakkı bulunmuyor.
İnanç-laiklik çatışmasının en can alıcı noktası bu: kişinin kendisine rağmen bir şeyi yapmak zorunda kalması. Hele o tatbik edilecek şey toplumsal bir kararla oluşturulmuşsa. Nitekim, mesele dönüp dolaşıp, bizde de daha önce çok tartışılan, hizmet alanla hizmet veren devlet dairesi ayrımında düğümleniyor. Hizmet veren devlet dairesi bir sözleşmeyle memurunu seçtiği için ondan yasanın amir hükmünü eksiksiz uygulamasını isteyebilir. Ama hizmet veriyorsa karşısındakinin inancıyla uğraşamaz, uğraşmamalı.
Bu işin inançla ilgili kısmı doğrudan kişinin pozisyonunu belirliyor. Kamu otoritesi ve uygulaması, şahıstan, yasayı uygulamasını istiyor. Bunun tartışılacak yanı yok.
Bu tartışma başörtüsü konusuna uygulanınca ortaya ne çıkar sorusuna ise iki yanıt verilir. Birincisi, denebilir ki, başörtüsü, üçüncü şahısları ilgilendirmez. Dolayısıyla bu tartışmaların belkemiği olan "benim gibi yap-yapma" anlamına gelen "ihtidaya/ dönmeye" çağırı (proselytism) halinde değildir. Bu laikliğin bir türüdür. Ayrıca toplumsal irade olgunlaşmış ve herkesin kendi inancıyla kamu hizmetine girmesini istemişse hele büsbütün özgürlükçü durumdur. Bu hal şahsın ve sembolün pasif olmasıdır ve pozitif laikliğe tekabül eder.
İkincisi, yani türbanla devlet dairesinde bulunmak kabul edilmeyebilir. Nedeni sekülarizasyon veya laisizm halidir. Yani, toplumsal alanı, yukarıda belirttiğim türden bir baskıyı en uzak ihtimalde bile korumak bakımından her türlü dinsel sembolden arındırmak. Bu koşul ise şahıs veya sembolün pasif halde bile olsa aktif kabul edildiği negatif laikliğe denk gelir. Türkiye bugüne kadar ikinci koşulla geldi. Bu mantığı şimdi Fransa uyguluyor. Amerika'da ise pozitif laiklik vardır ve pasif halin esas olması kabul edilir, o kadar ki, resmi toplantılar dua ve yeminle başlar. Şahsın veya sembolün nötr olmaması halinde otorite laiklik yönünde devreye girer. Daha önce de bir devlet dairesinin önüne 10 Emir taşa kazılıp yerleştirilmişti, kaldırıldı. Bizim memur da aktifleştiği için işi bırakacak.
Laiklik basit olduğu için karmaşık bir konudur.