Türkiye’nin Avrupa’daki destekçilerinden AB Parlamento Komisyon Başkanı Flautre, KCK operasyonunda gözaltına alınan Prof. Ersanlı’yı
hapishanede ziyaret etti. Flautre tutuklamaların parlamentonun raporuna yansıyacağını söylüyor



Hani Avrupa’da ara sıra demeç veren, mühim olduğunu bildiğimiz, ama isimlerini bir türlü tam ezberleyemediğimiz bir dizi siyasetçi var ya?
Helene Flautre onlardan biri değil.
Fransız parlamenter, Türkiye-AB Parlamento Komisyonu Başkanı; yani tanım itibariyle Avrupa Parlamentosu’ndaki işi, gücü “Türkiye meselesi” olan biri. Ankara için kritik bir isim.
Bu yüzden de Fransız vekilin kısa İstanbul gezisinde Cumartesi gününü Boğaz’da lüfer ve kış güneşinin tadını çıkarmak yerine Bakırköy’deki Kadın ve Çocuk Tutukevi’ni ziyaret ederek harcamayı seçmiş olması, başlı başına not edilmesi gereken bir durum.

‘İtibarımı iade etsinler’
Helene Flautre’ın Bakırköy’de ziyaret ettiği, KCK davasından tutuklanan Marmara Üniversitesi profesörü Büşra Ersanlı. Hapishanenin kütüphane sinde gerçekleşen görüşmede, Ersanlı Fransız parlamentere sormuş: “Ben bir akademisyenim. Burada ne işim var?”
Görüşmenin detaylarını, dün doğrudan Flautre’dan dinliyoruz. Ersanlı’nın moralsiz olmadığını, bol bol okuduğunu ve bilgisayarı olmadığı için her gün gelen yığınla mektuba el yazısıyla cevap vermeye çalıştığını anlatıyor.
Ersanlı Avrupalı vekile “yorgun” olmadığını ancak karşı karşıya kaldığım suçlamalardan “utandığını” anlatmış: “Bana itibarımı iade etmelerini istiyorum. Beni ille de PKK’yla ilişkilendirmek istiyorlar. Oysa ben PKK’lı olamam çünkü şiddete karşı biriyim.”
İçişleri Bakanı İdris Naim Şahin’in “Geçmişine, akrabalarına bakmak lazım” dediği Robert Kolej ve Boğaziçi kökenli siyaset bilimci, BDP’nin anayasa komisyonunda danışman ve yine partinin kurduğu “siyaset akademisinde” 3-4 kez ders vermiş. (Savcılar akademide KCK hedefleri doğrultusunda demokratik özerklik ve ayaklanma öğretildiğini iddia ediyor; Ersanlı ise akademide  KADER için kendi hazırladığı “Türkiye’de Siyasi Kültür ve Siyasal Sistem” konulu kitabı anlattığını söylüyor.)
Büşra Ersanlı’nın (ve yine KCK’dan tutuklanan yayıncı Ragıp Zarakolu’nun) durumu, sadece Flautre ve Brüksel değil, Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’ün bile ilgisini çekmiş, hatta duyduğumuz kadarıyla keyfini kaçırmış vaziyette.
Nedeni basit. Aynı Hopa davası, gazetecilerin tutuklaması gibi konularda olduğu gibi, Ersanlı’nın hikayesi de Türkiye’de “demokrasinin sınırlarının nerede olduğuyla” ilgili; eski Türkiye ve eski düzenin kaleleri bir bir yıkılırken, kurulan Yeni Türkiye’de muhalefete, muhaliflere yer var mı yok mu? Yani Batılı demokrasi mi yoksa “Rusya’dan hallice ama Yunanistan’ın gerisinde” karma bir arabesk düzene mi gideceğiz?

“Sıkıntının farkındayız”
Helene Flautre, “Buradaki durumun ve ifade özgürlüğündeki sıkıntılar nedeniyle bir çok kişinin hapiste olduğunun farkındayız” diyor ve sohbet arasında “Yazılarını okudum” dediği Ersanlı’yı “şiddet karşıtı, vatandaşlık ve kadınların siyasetteki yeri üzerine çalışan bir akademisyen” olarak tanımlıyor.
Türkiye’nin Brüksel’deki savunucuları, Kıbrıs gibi Avrupa Birliği içinde sorun yaratmak isteyen kesimlerle mücadele ederken, bir de arkalarını dönüp, gazeteci, yazar, akademisyen ya da sıradan aktivistlerin tutuklanması gibi “Ankara kaynaklı” sorunlarla mücadele etmek zorunda kalmış olmanın zorluğunu yaşıyor.

103 BDP’li kadın tutuklu
Ersanlı’nın kaldığı Bakırköy cezaevinde, toplamda 125 siyasi tutuklu, KCK davasında tutuklanan 103 BDP’li kadın daha varmış. Ersanlı’nın ifadesiyle “PKK üyeliği ile normal siyasi faaliyet arasında hiçbir ayrım yapılmamış.”
Flautre, bu tarz tutuklamların “baskı, korkutma siyaseti” kapsamına gireceğini ve Avrupa Parlamentosu’nun önümüzdeki aylarda çıkacak Türkiye raporunda yerini alacağını söylüyor.
“Bu vakaları parlamentoda gündeme getirmekle sorumluyuz. Adalet Bakanı (Sadullah Ergin), reform ve davaların hızlandırılması konusunda istekli. Ama bu da yeterli değil. Her şeyden önce, terörle mücadele yasasında da bir değişime de gidilmeli.”

Hükümet-Cemaat ayrılığı kalıcı olmaz

Bugünlerde siyasette ise en heyecanlı tartışma, Meclis içinde değil dışında yaşanıyor.
Anladınız. Şike yasasıyla ortaya çıkan Ak Parti ve Fethullah Gülen hareketi arasındaki ayrışmadan söz ediyorum. Bir süredir zaten fısıl fısıl orada burada konuşuluyor; kâh hükümetin derin isimleri, kâh cemaatin önde gelenleri tarafından laf arasında konu ediliyordu.
Ancak son günlerde Hüseyin Gülerce, Turan Alkan gibi cemaatle özdeşleşen isimlerin hükümet ve bizzat Erdoğan’a yönelik sitemkâr yazılarıyla, ortada gerçekten bir fikir ayrılığı yaşandığı, karşılıklı bir “hayal kırıklığı“ olduğunu aşikâr hale getirdi.

Madda madde sıraladı
Nedenleri üç aşağı beş yukarı belli. Ama dün, Habertürk’de Nihal Bengisu Karaca, “her iki çevrenin de kıyısında, her iki çevreyi de dinleyen” biri olarak ayrılık konularını çok güzel özetlemiş. Bakın madde madde nasıl sıralıyor Karaca:
1“Cemaatte Ak Parti’nin uyguladığı dış politikanın Türkiye’yi dünya sisteminden koparacağı endişesi var.” Zaten Fethullah Hoca’nın Mavi Marmara sonrası İsrail’le gereksiz bir çatışmaya girildiği konusundaki uyarılarını okuduk. Buna ayrıca İran politikası konusundaki çekinceleri ekleyin.
2“Cemaat Kürt meselesi ve anadilde eğitim gibi temel haklar konusunda ilerleme kaydedilmezken terörle mücadelede komşu ülkelere verilen açık çek yüzünden başarısız olunduğunu düşünüyor.” Bu maddeyi tam anlamadım. Cemaatin “Kürtçe eğitim“ konusunda yeni bir pozisyonu aldığı, artık buna karşı çıkmadığını sık sık duyuyoruz. Ama KCK operasyonları gibi sert terörle mücadele önlemlerini de destekliyorlar. Komşu ülkelerin bu işlerle ne ilgisi var?
3Nihal seçim öncesi Ak Parti’nin önde gelen isimlerinden birinin Pennsylvania’da Fethullah Hoca’yı ziyaret ederek “yakışıksız sözler zikrettiğini” söylüyor ve “ilişkiler yara aldı“ diyor.
4“Partililer cemaat mensuplarını cemaatcilik yapmakla, her önemli noktaya kendilerine yakın isimlerin gelmesi için kulis yapmakla suçlarken, cemaate yakın kişiler ise partiyi hemşericilik yapmakla suçluyor.”
5“Ak Parti cemaatin bir siyasi parti olmadığı halde ülke politikalarını domine etmesinden rahatsız.”
O kadar huzurlu değil
Nihal’in yazdıkları, iki cepheden kulislere sızan eleştirilerin güzel bir özeti.Bu tartışmalar şeffaf bir ortamda gerçekleşmediği için, bu tarz yorum ve duyumlar dışında başvurabileceğimiz bir mecra yok.
Zaten son aylarda Gülen hareketine yakın isimler hükümetteki “güç tekelleşmesinden“ yakınıyor; hükümet cephesi ise kamuoyunda her sıkıştığı tutuklama, her soruşturmada “Biz değil onlar yapıyor” türünden imalarda bulunuyor.
Buna bir de Gülen’e bağlı bazı isimlerin son dönem bazı bürokratik atamaların dışında tutulduğu, yerlerinin değiştirildiği ya da milletvekili listelerinde yer bulamadığını da eklerseniz, aslında iki siyasi erk arasındaki ilişkinin sanıldığı kadar rahat ve huzurlu olmadığını görürsünüz.
Ancak ben yine de bu ayrılığın kalıcı olmayacağını, iki güç arasında derin bir çatlak yaşanmayacağını, hatta tez elden Pennsylvania ve Ankara arasına giren aracıların meseleyi kısa zamanda “tatlıya bağlayacağını“ düşünüyorum.
Öncelikle, siyasi hedefler ve nihai Türkiye vizyonu açısından iki güç arasında ciddi bir çelişki yok. Tam tersine anayasadan Kürt meselesinin çözümüne kadar birçok konuda paralel düşünceler var. (Soruşturmaların nereye kadar gitmsi, kimin nereye atanması gibi meseleler tali konular... )

Çatışma zarar verir
Ayrıca herhangi bir çatışmanın iki tarafa da zarar vereceği ortada. Gülen hareketinin, sayısal desteğinin ötesinde bir siyasi nüfuzu var. Bürokrasi ve yargıda sevenleri çok.
Ancak bu, Tayyip Erdoğan’ın devasa rakamsal gücü, kitleler üzerindeki mobilizasyon kabiliyeti ve bizzat Başbakan olmasının getirdiği avantajlarla kıyaslanamayacak bir güç.
Bu yüzden iki eğilim arasında ciddi bir ayrılık bekleyenler, yanılıyor. Kırgınlıklar olabilir, arada sitemkar sözler, kırgın yazılar çıkabilir. Ama Gülen hareketinin medyada, siyasette ve günü geldiğinde sandıkta destekleyeceği yer, yine Ak Parti olacaktır...