Bir zamanlar benim de severek yapmış olduğum kitap yayıncılığı* işi, herşey yolunda gittiği sürece ilginç, zevkli, insana haz veren bir uğraştır. Sürekli olarak yazarlarla, çevirmenlerle konuşursunuz, çevrenizde sanat ve kültür insanları vardır.

Matbaa aşaması da hoş antimon kokusu ve Heidelberg baskı makinelerinin müzik gibi gelen monoton sesiyle bir alışkanlık yaratır. (En azından benim zamanımda öyleydi. Şimdi herhalde teknikler değişmiştir.)

Ama yayıncılık işinin; dağıtıcılardan para tahsilatı, kitabevlerinde yer alabilmek, çekler, senetler gibi çok tatsız yanları da vardır.

Buna rağmen kitap âşığı birçok genç insan, bütün zorlukları göğüsleyerek yayınevi kurma yolunu seçer. Matbaada basılıp ciltlenen yeni kitapları, fırından çıkmış, dumanı hâlâ tüten ekmekler gibi severler, koklarlar.

Böyle kişisel yayıncılık girişimleri, ne yazık ki büyük yayınevleriyle, bankaların yaptıkları yayınlarla kolay kolay mücadele edemez ve bazıları kapanmak zorunda kalır.

***


Türkiye’de yüzyıllar boyunca sürüp giden bir yayıncılık yok. En eski (ve hâlâ çalışır durumda olan) yayınevimiz 100 yılı aşkın bir süredir nitelikli kitaplar yayınlayan Remzi Kitabevi’dir.

Alman yayıncım Klett-Cotta’nın Cotta bölümü, 15. yüzyıldan beri yayıncılık yapar. Schiller’in, Goethe’nin kitaplarını basan bir yayınevidir bu ve çok köklü geleneklere sahiptir.

Dünyanın en büyük yayınevlerinden biri, merkezi New York’ta bulunan Ramdom House’ tur. Şimdi Alman Bertelsmann şirketinin eline geçmiş olan bu dev yayıneviyle ilgili bir anekdot anlatmak isterdim.

Bu ilginç anıyı bana, kitaplarımı Amerika’da temsil eden Robert Bernstein anlattı. Yayıncılık dünyasının bu önemli ismi, Random House yayınevini 30 yıl yönetmiş.

Random House’dan emekli olan Bernstein’in yerine, Olivetti firmasından bir yönetici (CEO) atanmış. Basın bu önemli değişime ilgi duyduğu için de epey yayın yapılmış. Gazeteciler, yeni yöneticiye ne tarz kitaplardan hoşlandığını sormuşlar.

Adam ne cevap vermiş biliyor musunuz: “Ben hiç kitap okumam. Sadece benim için kitap okuyacak olan insanları işe alırım.”

Bu feci cümle, Amerika’daki yayıncılık sektörünün yeni yönelimlerini ortaya koyması bakımından çok önemli. Artık yayınevleri, kitap ve edebiyat seven insanların bir uğraşı olmaktan çıkıyor, uluslararası sermayenin mal pazarlayan şirketlerine dönüşüyor. Sattıkları malın kitap, fare zehiri, buzdolabı ya da meşrubat olması hiç önemli değil. Nasıl olsa Amerikan “business” okullarında yetişen genç yöneticiler, kafalarına şırınga edilen “kâr maksimizasyonu” ve yıl sonunda alacakları “bonus” dışında hiçbir şeyle ilgilenmiyorlar.

Kitap sevmeyen yayıncıların yönettikleri yayınevleri de ister istemez nitelikli edebiyat yerine, sadece “kutsal satış rakamları”na tapılan ticarethanelere dönüşüyor. Kitabın ne olduğu, neyi nasıl anlattığı önemli değil. Yeter ki satsın.

Eğer bu tutum dünyadaki bütün yayınevleri tarafından uygulansaydı, kitapçı raflarında, edebiyat tarihinin yüz akı olan temel eserleri bile bulamayacak hale gelirdik.

İyi ki bu anlayış henüz dünyaya egemen olmadı.

Mesela, Fransa’nın en önemli yayınevi olan (Yaşar Kemal, Orhan Pamuk ve benim romanlarımı da yayınlayan) Gallimard, hâlâ edebiyat zevkini ve kaliteyi, satış rakamlarından daha önemli görüyor.

Gallimard’da yabancı yayınlar müdürü olan Jean Mattern’e bu konuyu sorduğumda birçok yazarın adını vererek, “İlk kitapları çok az sattı. Yüz kopya, iki yüz kopya gibi sayılarda kaldılar. Ama biz edebi kalitesine güvendiğimiz yazarları yayınlamayı sürdürdük” demişti.

İyi ki de böyle. Yoksa Gallimard gibi bir yayınevinin Andre Gide, Marcel Proust gibi yazarları listesiden çıkarıp yerine bir sürü abur cubur doldurması gerekecekti.

Dediğim gibi, Amerika’daki durum bunun tam tersi. Yeni bir romanı basacak olan yayınevi, yazarın bir önceki kitabının satış rakamlarına bakıyor ve ona göre karar veriyor. Kitabevleri bir yazarın yeni kitabı gelince, bilgisayardan eski satışlarına bakıyorlar. Bu yüzden birçok değerli kitap basılamadan ya da kitapçıda kendisine yer bulamadan yok oluyor.

Türkiye’de de yavaş yavaş bu eğilim belirmekte ama durum hâlâ o kadar kötü değil. Edebiyat seven editörler ve yöneticiler sayesinde yayınevleri hâlâ direniyor ve deyim yerindeyse “insani bir yayıncılık” çizgisini sürdürmeye çalışıyorlar.

Satış grafikleri elbette onlar için de önemli ama tek ölçü değil.

Ne var ki ortam umutlu olmamıza pek izin vermiyor. Bu gidişle durum ne olur, içinde yaşadığımız kapitalist diktatörlük ortamı, edebi yayınevlerinin yaşamasına ne kadar izin verir bilemem.

Zaten şimdiden, sayıları hiç de az olmayan genç ve nitelikli yazarlar, kitaplarını yayınlayacak bir kurum bulmakta zorlanıyorlar.

Eski dünyada genç yazar ve şairleri, etkili edebiyat dergileri, yarışmalar, roman, öykü, şiir ödülleri tanıtırdı. Ayrıca ulusal ya da uluslararası ortamda, bazı ünlü yazarlar beğendikleri bir yazarı tanıtmaya uğraşırlardı.

Bunun en güzel örneklerinden birisi, ünlü şair Louis Aragon’un, Cengiz Aytmatov’un Cemile romanı için söylediği “Dünyanın en güzel aşk hikâyesi” cümlesidir.

Tek bir cümle Cemile’yi bütün dünyada üne kavuşturmaya yetmişti.

Roger Callois, Yaşar Kemal ve Borges’in Fransa’da tanınmasına çok katkıda bulunmuştu.

Ama ne yazık ki artık ne dünya eski dünya, ne Paris eski Paris, ne de yazarlar eski yazarlara benziyor.

***


Bu karamsar tabloya karşın, internet devrimi bütün hızıyla dünyayı değiştirmeye devam ediyor ve genç yazarlara yepyeni olanaklar sunuyor.

Dünyadaki dijital kitap okuru sayısı hergün artmakta. Bir süre sonra, kitap yazan herkes eserini internette sergileyebilme ve büyük kitlelere ulaşma olanağına kavuşacak.

Ve ne mutlu ki o ortamı Random House örneğinde görüldüğü gibi, “kitap sevmeyen yayıncı”ların dolar fetişizmi yönetmeyecek.

* Türkçe’de yayın ve yayım birbirine karışan iki kelime. Kabul edilen anlayışa göre, basıp yayma işine yayım, ortaya çıkan ürüne ise yayın deniliyor. Ama ben Yayıncılar Birliği örneğinde de görüldüğü gibi yaygın kullanım olan “yayıncılık”ın kullanılmasına yakınım. Çünkü yayıncının işyeri, yayımevi değil yayınevi.