Sorunlar artıyor.

Oysa biz "sıfır sorun" politikasından çok memnunduk. En azından niyet iyiydi. Bütün dünya onu sıkıştırırken İran'dan yana tavır aldık; oysa şimdi gerilimli bir ilişkimiz var.

Suriye ile İsrail arasında ara buluculuk yapmaya çabalıyorduk; şimdi her iki ülke ile de "teyakkuz" halindeyiz.

Ermenistan ile uzun süredir buzdolabında duran ilişkilerimizi ısıtmaya çalışırken birden geri adım attık ve bu ülkeyi Rusya'nın insafına terk ettik. O Rusya ki şu anda rejimi devirmeye çalıştığımız Suriye'nin hamisi ve bir askeri boy ölçüşme sırasında karşımıza dikilmeye aday.

Cumhuriyet tarihinde ilk kez komşu bir ülkeyi tehdit eden silahlı bir grubu (muhalif Suriye Ulusal Konseyi ve ona bağlı güçleri) kendi topraklarımızda barındırıyor ve diğer komşulara, aynısını bize yapmaları durumunda karşı çıkma hakkını kaybediyoruz.

Kıbrıs konusunda fazla bir açılım sağlamamanın bedelini Kıbrıslı Türkler'e yükleyip onları hakaretlerimizle küstürüyoruz.

Güney Kıbrıs ile İsrail'in deniz yatağında gaz arama ve çıkartma çalışmalarına fevkalade kızıyoruz. Ama engelleme çabamızın sonu belli olmayan bir savaşa yol açacağını ve Türkiye'nin bir anda bu gaza ihtiyaç duyan müttefiklerce yalnız bırakılacağını da hissediyoruz.

Yani durum oldukça karışık. Ne oldu bizim göz kamaştıran "komşularla sıfır sorun" politikamıza?

İki öngörü

Sıfır sorun politikasının iki dayanağı vardı: Biri, Cumhuriyetin "Batıcı" politikalarının bizi Osmanlı coğrafyasından kopardığı ve yalnızlaştırdığı varsayımı.

Eski Osmanlı ve dindaş toplumlardan uzaklaşmıştık. Ya Balkanlar? Onlar dindaş değildi ama onlarla olan sorunlarımızın kökeninde Osmanlı dayanışmasının ilkelerini terk etmiş olmamız vardı.

İkincisi, Cumhuriyet laikliği bir yandan din kardeşliği ilkesinden uzaklaşıp içeride aynı dinden olan kümeleri bile birbirine düşürmüştü, diğer yandan farklı dinden olan teba arasında kurulmuş olan (milletler sistemini) barışı bozmuştu.

Bu varsayımlardan kalkılınca önümüzde iki çıkış görülüyordu. "Yeni Osmanlılık" adı altında eski Osmanlı coğrafyasına geri dönülmeli ve buradaki ülkelerle yakınlaşılmalıydı.

İkincisi pek gürültü çıkarmadan etnik temelli bir siyasal düzenden inanç temelli değerlerin ağır bastığı bir düzene geçerek iç çatışmaları yumuşatmalıydı.

Söylem düzeyinde bu yaklaşım hem makul hem cazip görünüyordu. Pekiyi olabilir miydi? Olabilirdi ama şu şartlarla:

1- Osmanlı kendi içinde barışçı ve eşitlikçi olsaydı.

Oysa Osmanlı halkları, "Millet-i Hakime" (Müslümanlar) ve "Millet-i Mahkume" (diğerleri) olarak adlandıran ve bu zihin dünyasının şekillendirdiği hiyerarşik bir düzene tabiydi.

Osmanlı, "adil" olarak kodladığı bu sistemi ancak merkezin güçlü olduğu dönemlerde sürdürebildi. Merkezin zayıfladığı 19 yüzyıl boyunca hep hak arayıcı isyanlar, gerçekleşmeyen eşitlik, öz yönetim ve sonunda bağımsızlık talepleri ile mücadele etti.

Bunları karşılayamadığı için de kaynakları ve merkeziyetçi yönetim tarzı ile geniş coğrafyası aradaki uyumsuzluk nedeniyle parçalandı. Biz bu süreci "emperyalistlerin oyunu" olarak yorumlayıp rahatladık. Temel nedenleri tartışmadık.

2- 19. ve 20. yüzyılların siyasal evrimi ulusal devletlerin oluşması ve kurulması doğrultusunda oldu.

Ulus devletin kurucu ideolojisi milliyetçiliktir. Türkiye dahil tüm ulus devletlerin halkı, kuruluş sırasından bugüne kadar müthiş bir milletçi şartlandırma ile yetişti.

Dindar olan kesimler bile milliyetçilikten nasiplerini aldılar. O nedenle aynı dinden olan milletler, milliyetçi motiflerle birbirlerini kırdılar, kırıyorlar.

Bir milletin içindeki farklı etnik veya siyasal mensubiyetleri olan dindaşlar da milliyetçi ideolojileri doğrultusunda birbirinin kanını döküyor: İşte Suriye, daha önce İran-Irak, hatta bugün Türk-Kürt çatışması...

Osmanlılığın farklı algıları

Bizim için Osmanlı iyiydi, adildi, koruyucuydu, geliştiriciydi. Ya tabi halklar için? Eğer onlar da bizim gibi düşünselerdi her birinin bir ulusal devleti olmaz; bir Osmanlı Birleşmiş Milletleri olurdu.

Özellikle Ortadoğu'ya Türkiye'nin "efendi" olarak dönüşünü pek arzu eden yok. Onlar Türkiye'nin kendi despotik rejimlerine, seçilmiş iktidarı, demokrasisi, modern yaşam tarzı, bireyin girişimciliğine açık ekonomisi ile örnek olmasını istiyorlar. Dünya ve Batı ile kurduğu ilişkilerin kendi ülkelerinde de tekrarlanmasını istiyorlar.

Kendi içinde çatışmalı, demokrasisi zaman zaman otokratik puslanmalara uğrayan, hukuk sistemini tam oturtamamış, barışçı ve işbirlikçi dış politikasının askeri babalanmalarla yer değiştirdiği Türkiye onların gözünde eski çekiciliğini ne kadar koruyabilir? Bu konuya devam edeceğim.