90’lı yılların başından, 2000’lere kadar devam eden bir propaganda vardı Öcalan ve PKK üzerinde. 2000’ler dediysen el’an sonlanmış bir şey olduğundan değil, sadece devletin bizatihi yürüttüğü bir propaganda biçimi olmaktan çıktı. Ana teması şuydu yürütülen propagandanın; PKK ve onun “sözde lideri” Öcalan ve tabi ki “sözde savaşçıları”, gayrı Müslüman’dı, değillerse bile örgüt zor kullanarak bunu yapıyordu. Hatta o kadar gayrı Müslümanlardı ki Öcalan dâhil olmak üzere örgüt mensuplarının birçoğu sünnetsizdi ve dahi Öcalan’ın kendisi de Ermeni’ydi (Öcalan soy ağacını çıkartıp kamuoyu ile paylaşmadığı için Ermeni olup olmadığını hala müphemliğini koruyor) zaten. Başında “sözde örgüt lideri” olarak bir Ermeni (küfür manasında) bulunan bu “tanrı tanımaz-din düşmanı” örgüt, dağlardaki “sözde eğitim” kamplarında namazla dalga geçiyor, ezanın taklidini yapıyordu…

Uzunca bir dönem resmi ve özel medya mecralarından bu tür propagandalar servis edildi. Böylelikle zaten ebedi düşmanlarımız olan Ermeniler hem yeniden ve daha tehlikeli bir düşman haline geliyor, diğer taraftan da itikadı güçlü olan Kürt toplumuna kendileri için savaştığını iddia edenlerin aslında gayrı Müslüman oldukları mesajı verilerek, PKK’nin yürüttüğü mücadeleden uzak durmaları gerektiği telkini yapılıyordu.

Devletin en nobran biçimiyle yürüttüğü bu propaganda zamanla yerini görece daha maddi bir zemin üzerinden çeşitli çevrelerce yürütülen bir forma bıraktı. Bu yeni maddi zemini oluşturan temel argümanlar Öcalan’ın kitaplarındaki uygarlık-din ve toplum üzerine yazdıkları ve konuştuklarıydı. Örnekse Öcalan’ın dinsel dogmatizmi yıkmak ve yerine özgür düşünceyi egemen kılmak üzerine yazdıkları ya da İslam’ı sosyolojik bir olgu olarak nitelendirmek suretiyle onun içinde barındırdığı üretilmiş mitoloji ve kültürel değer -ritüellerden bahsetmesi, açık bir biçimde dine karşı bir duruş olarak okundu. Bu tanrı tanımaz “sözde örgüt” lideri yaklaşık altı ay önce Demokratik İslam Konferansı adıyla bir konferansın toplanmasını tavsiye etti.

Lafı fazla uzatmadan, PKK lideri Abdullah Öcalan’ın (artık sözde değil) önerisi doğrultusunda Diyarbakır’da toplanan ve dün itibariyle sonuç bildirgesi yayımlayarak son bulan Demokratik İslam Kongresi’ni nasıl okumamız gerekiyor ya da “Allahsız” örgüt olarak lanse edilen bir hareketin liderinin önerisiyle toplanan bu kongreye iktidarda olan (devlet) İslam nasıl bakacak?

Öncelikte Öcalan’a ve PKK’ye yönelik din ekseninde yapılan suçlamaların bir cevabı olsun diye böyle bir kongre tertiplenmedi herhalde. Ancak bir gerçeklik var ki o da şu; solun epistemolojik, metafizik gibi batı aydınlanmasından devraldığı kavramlarla yaklaştığı din (özelde İslam) meselesine, devletin iktidar ve siyasal (ulusal) bir zeminde yaklaşımının sonucunda bir üçüncü yolun olup olmadığı tartışması gayet elzem görünüyordu. Bana kalırsa bu kongrenin cevap verdiği şey tam da bu, üçüncü yol yani. Dinin (İslam),ne metafizik ya da epistemolojik yaklaşımlarla ne de ulus devlet temelli siyasal iktidar perspektifiyle örülmüş hegemonik yaklaşımlarla açıklanamayacağı, bunların ötesinde sosyolojik bir gerçeklik olarak karşımızda durduğu ve eğer iyi okunabilirse herhangi bir hegemonik gücün kontrolü dışında yapıcı bir rol oynayabileceği gösterilmiş oldu.

Öcalan’ın kongreye gönderdiği mesajda, İslam’ın Arap ve Selefi akımların hegemonyasında bir iktidar aracı olmaktan çıkıp toplumları kapsayıcı ve mekânda kendini yeniden üretmek suretiyle özgürlüğü hedefleyen bir forma bürünmesi gerektiği mesajı gayet anlamlı ve radikal bir atılımdır. Bu bağlamda başta Ortadoğu ve Kürdistan İslami geleneğinin yoğun bir biçimde yaşandığı toplumlarda, İslam’ın bir tutsaklık ya da hegemonya aracı olarak değil de bir tür çoğulculuk, özgürleşme aracı olarak görülmesi ve bu temelde Medine Vakarası’nın (antlaşması ya da vesikası) katılımcı içeriğine gönderme yapılması İslam’ın demokratikleşmesi anlamında atılmış büyük ve cesur bir adımdır.

350 delegenin farklı bölgelerden katılımı sonucu gerçekleştirilen kongrenin sonuç bildirgesi de tabir yerindeyse İslam Rönesans’ı için bir manifesto mahiyetinde.

Devletin diyanet aracılığıyla Sunni-Hanefi İslam’ı bir hegemonya ve tek tipleştirme aracı olarak kullanılmasının doğurduğu sonuçların değerlendirilmesi ve İslam’ın devlet kontrolünden çıkarılmasının önerilmesi Sunni-Hanefi İslam’ın özellikle Türkiye’deki otoritesine bir başkaldırı niteliği taşıyor. 

Farklı din ve mezheplerin, inançların etnik grupların farklılıklarının anayasal bir zeminde tanınması gerektiğine ve bu noktada özellikle Alevilerin, Ermeni ve Süryanilerin inanç ve ibadet özgürlüklerinin üzerindeki baskı ve zorlamaların varlığına dikkat çekmesi şu ana kadarki İslami çizginin çok çok ilerisinde ve olağanüstü olumlu bir değerlendirme.

Kongreden çıkan en önemli sonuçlardan biri de kadının toplumsal olanın her bir biriminde eşit ve özgür bir biçimde yer almasına yönelik vurgunun yapılmış olmasıdır. Hâlihazırdaki İslam toplumlarında (Türkiye dâhil) kadının toplumsal yaşamdaki konumlanışı dikkate alındığında, kongrenin kadına dair bu sonucunun İslam coğrafyası için bir devrim niteliğinde olduğunu ifade etmek abartı olmaz.

Kongre, çalışmalarına hız ve devamlık katarak devam edeceğini açıkladı. Ne kadar devam edilir ya da nereye kadar onu şu an kestirmek güç. Ancak devam etmesini temenni ediyorum. Eğer din (İslam) sosyolojik bir gerçeklik ise ve birileri kabul etsin ya da etmesin bu coğrafyanın merkezinde bir konumda duruyor ise, onu toplumun ihtiyaçlarına cevap verecek bir biçimde özgürlükçü ve katılımcı bir biçimde yeniden üretmek lazım gelir. Toplanan bu kongre buna aday oldu, umarım muvaffak olunur.