Aralarında Noam Chomsky, David Harwey, Immanuel Wallerstein, Prof. Dr. Ahmet İnsel, Prof. Dr. Ali Akay, Prof. Dr. İbrahim Kaboğlu, Prof. Dr. Yasemin İnceoğlu gibi isimlerin bulunduğu dünya ve Türkiye’den akademisyenler bir bildiri yayınlayarak Sur, Silvan, Nusaybin, Cizre ve Silopi’de aylardır halka çektirilen çileye dikkat çektiler. Sokağa çıkma yasaklarının, yeme-içme gibi temel yaşam ihtiyaçlarının karşılanamamasının, yaşam hakkının ve özgürlüklerin ihlâl edilmesinin anayasa ve ülkenin taraf olduğu uluslararası anlaşmalara aykırı olduğunu belirttiler. Dediler ki “Bu suça ortak olmayacağız.”

İnsan haklarının her gün, her an ihlâl edildiği, çocuğundan gencine, kadınından yaşlısına değin insanların öldüğü ama bununla birlikte devletin bu olayları önlemek istemeyip “kana kan intikam” nefreti ve vurdumduymazlığıyla tavır aldığı bir dönemde akademisyenlerin taşın altına elini koymayı ilan etmeleri insanî bir duruş; sorumlu bir aydın tavrı.

89 üniversiteden bin 128 akademisyen böyle bir bildiriye imza atarken herhâlde gerek hükûmetten, gerekse ulusalcı çevrelerden; dahası bu halkın canını alan düzenin devam etmesinden hiçbir rahatsızlık duymayıp çocukların öldüğü söylendiğinde “Ama onlar da polisimizi, askerimizi öldürüyor” diyerek orada devletin şiddetini meşrulaştırma yarışına girenlerden tepki alacaklarını tahmin ediyorlardı.

Ancak bu kadarını düşünmemiş olmalılar!

Önce “devlet başkanı” tepki verdi. “Bu aydın müsveddeleri kalkıp devletin bir katliam yaptığından bahsediyor. Ey aydın müsveddeleri, siz karanlıksınız karanlık. Aydın falan değilsiniz. Sizler oraların adresini bilemeyecek kadar karanlık ve cahilsiniz. Ama bizler kendi evimizin yolu gibi biliriz” dedi. Onlarca, yüzlerce akademisyeni bir çırpıda “cahil” ilan etti. Daha da önemlisi “aydın müsveddeleri” diyerek hakaret etti.

Devletin tavrı bu ya, -hani oradaki halkın aç susuz kalması, yaşadığı yerlerden sürülmesi, eğitimin aksaması, sağlık ihtiyaçlarının giderilememesi, çocukların, bebeklerin, yaşlıların ölmesi, cenazelerin günlerce sokakta bekletilmesi pahasına illa ama illa operasyon, silahlı mücadele- elbette bunun böyle olmasını onaylayan, yangına benzinle giden ya da hiçbir şey olmuyormuşçasına köşesine çekilen diğer siyasî unsurlar, siyasî liderler, başka akademisyenler, barolar birliği başkanları, “ünlü işadamları” kısacası “kutsal devletin yılmaz bekçileri” “tepkilerini dile getirdi.”

Cumhurbaşkanı’nın akademisyenleri “ihanetle”, “mandacılıkla” suçlayıp nefret üstüne nefret saçan tavrı ortadaydı. Başbakan Ahmet Davutoğlu, bildiriyi “akıl dışı” buldu. MHP Genel Başkanı Devlet Bahçeli “Üniversitelerimizde hainlere destek veren zihniyete çocuklarımızı emanet edemeyiz. YÖK üzerine düşeni yapmalı” dedi.

İşin “sivil” boyutunda Barolar Birliği Başkanı Metin Feyzioğlu da söz aldı. Bildiriye imza atan akademisyenleri “mütareke döneminin işgal altındaki İstanbul’un sözde aydınlarının kalıntıları” olarak niteledi.

Bildiriyi imzalayanlardan Erzurum’da Atatürk Üniversitesi’nde bir akademisyen ülkücülerden tehdit aldı.

İşin hem “sivil”, hem sermaye, hem “mafya” boyutunda ise organize suç hükümlüsü Sedat Peker bildiri yayınlayanları “Kanlarınızla duş alacağız” diye tehdit etti.

Tabiî işin bir de kurumsal boyutu vardı ki, o cevap hiç gecikmedi. Yükseköğretim Kurulu (YÖK) yaptığı açıklamada “Bu bildiri ile ilgili olarak hukuk çerçevesinde gereği yapılacaktır” dedi. Bildirinin teröre destek olduğu vurgulandı. “Üniversitelerarası Kurul” bu vurguya destek verdi.

Gerisi çorap söküğü gibi derler ya, öyle oldu. Kimi üniversiteler kendi bünyelerinde çalışan akademisyenlerin istifasını istedi. Kimileri işlem başlattı. Bazısı “Devlet, şiddetine son versin” talebini “kabul edilemez” buldu. O üniversitelerdeki başka akademisyenler meslektaşları hakkında suç duyurusunda bulundu.

Tamam, herkes aynı fikirde olmayabilir. Bu konuda başkaları da başka bir bildiri yayınlar. Ama bu durum karşı bildiri yayınlama meselesinden çok daha farklı. Biri tehdit ediyor, biri hakaret. Biri yüzlerce akademisyenin onca yıllık çalışmasını çöpe atıp diyor ki “aydın müsveddeleri.” Bunu yapanların içinde siyasetçisi de var, hukukçusu da, üniversitesi de. Muhtemelen kendilerini “her şeyi bilen aydın” diye görüyorlar aynaya baktıklarında. Ya da “vatan için can vermeye hazır fedailer” olarak.

Kimden, hangisinden başlasak söze bilmiyorum ama bir an bırakın o “devlet başkanı”nın alışılagelen tavrını bir yana. Koyun onun yanına varlığını Kürt sorununun çözümsüzlüğüne borçlu MHP’nin şaşırtmayan tutumunu. Onların nereden beslendikleri belli: Kürt sorununun tırmandırılmasından, kinden, nefretten... Zaten hiç değişmemişlerdi ki! Ne siyasetçisi ne de medyası. 90’lardaki “asker-siyaset-medya-yargı” dörtlüsünün Kürt siyasetini yok sayması, partilerin kapatması gibi şimdi de Kürt siyasetçilerinin dokunulmazlıkların kaldırılması konuşuluyor.

Ana akım medyanın kanallarından birindeki talk show’a bağlanıp “Ülkenin doğusunda yaşananların farkında mısınız? Burada yaşananlar medyada çok farklı aktarılıyor. Sessiz kalmayın. İnsan olarak biraz daha hassasiyetle yaklaşın. Görün, duyun ve artık bize el verin. Yazık! İnsanlar ölmesin, çocuklar ölmesin, anneler ağlamasın” diyen bir insan hakkında yandaş gazetelerin hedef göstermesi üzerine “terör örgütü propagandası yapmaktan” soruşturma başlatılıyor. Sonra talk show’un sunucusu “eğlencenin” tam ortasında programa telefonla bağlanılıp acı gerçeklerin dile getirilmesinden dolayı özür üstüne özür diliyor. Kimi popüler çevreler de yayın grupları da her zamanki gibi “devletin yanında.”

Ama örneğin Tahir Elçi’nin ölümünden duyduğu “üzüntüyü” dile getiren bir “hukukçu”nun, Feyzioğlu’nun “kalıntı”, “sözde aydın” gibi ifadeleri. Onları nereye koyacağız?

Hiçbir yere. Çünkü “devlet” ile “bütünleşmiş” aydın tipi daha ülkenin kuruluşundan itibaren gelen bir sorun. Sorun diyorum çünkü esas mevzu “fikri hür vicdanı hür birey” olmak değil miydi? Devletle böylesine organikleşmiş aydın tipi şimdi, sivil bir inisiyatif kuran o akademisyenlere “sözde aydınlar”, “kalıntılar” diyor.

Okumuşu, tahsil görmüşü böyle olursa suç lideri, mafyası, ülkücüsü farklı olur mu? Küçükleri bir akademisyeni tehdit ederken büyükleri de “ölüm” salık veriyor: Adamdaki fanteziye bakın ki, bildiriyi yayınlayanların kanlarıyla duş alacakmış. Öyle ya daha önce de böğürmüştü “Oluk oluk kan akacak” diye.

Adamlar Gümüldür’de adamlarına silahlı eğitim verip onlara solcuları öldürtmekten, devletin içindeki kontrgerilla örgütleri ve JİTEM’lerle işbirliği yaparak ve Hizbullah’ı kullanarak nice insanı öldürdüklerinden, işkence yapmaktan alışmışlar ne de olsa.

Bugünse işin farkı şu: Bürokratik, yargı, medya ve “sivil” uzantıları olan “Saray devleti”, yine “bürokratik, yargı, medya ve sivil uzantıları olan eski ‘asker devleti’nin Özel Harp Daireleri, JİTEM vs. oluşumlarla yaptığına Özel Harekâtçıları ile mahal veriyor.

Böyle bir havada o “harekâtçıların” içindeki ölüm makineleri (Esedullah Timleri vs.) Kürt’e Türk’ün gücünü gösteriyor. Duvarlar yazılamaları yapıyorlar “Türk’sen öğün, Kürt’sen itaat et” ya da “Kurdun dişine kan değdi, korkun!” diye.

İşte Sedat Peker gibiler böyle bir havada yapabiliyor ırkçı, nefret saçan açıklamalarını.

Ezcümle “örgütlü bir cehalet” ile karşı karşıyayız!

Evet, geçmişte “asker devleti”nin işlediği suçlara, bu kez “Saray devleti”nde ortak olmamak gerek! Akademisyenlerin yaşananlar karşısında devletten bağımsız ortaya koyduğu sivil inisiyatifi sahiplenmek gerek.

Ne şiddetin, ne savaşın, ne silahın, ne bombanın, ne operasyonun ne de çatışmanın yanında olmamak ve yangına benzinle gitmemek! Bütün mesele o.

Ama o da yetmez. İyinin, mağdurun, madunun yanında olmak önce; sivil bir inisiyatif ile çözümü istemek, diyalog yolunun açılması için çabalamak: “Savaş istemiyoruz” diyebilmek. İnsan haklarını, yaşam hakkını savunmak.

Ne derlerse desinler, haykırmak çocuklar ölmesin diye.

İşi çıkmaza, çözümsüzlüğe sürükleyip “Ya devletin yanında olursunuz ya da teröristin ve terör örgütünün yanında olursunuz” demelerine aldırmadan ama belki de korka korka sadece ve sadece insanlığın yanında olmak. Vicdanın sesine kulak vermek.

Vicdan yoksa, insanlık yoksa, çocuklar ölüyorsa nasıl yaşanır bu cehennemde?