Boğaziçi Üniversitesi’nde yaklaşık bir ay önce Cumhurbaşkanı ve AKP Genel Başkanı Erdoğan tarafından üniversite dışından Prof. Dr. Melih Bulu’nun rektör olarak atanmasıyla başlayan huzursuzluk kampüste bir sergide kullanılan “Kâbe fotoğrafı” ile yeni bir boyut kazandı.

Sonunda konu “dinî kutsala saygısızlık” ile LBGTİ meselesine getirildi. Herhâlde üniversitede rektörün anti-demokratik biçimde atama ile belirlenmesindeki pespayeliğin üstü başka türlü örtülemezdi! 

Geçen cuma günü Boğaziçi Üniversitesi’nde bir grup öğrenci bir sergi düzenlemiş. Sergide kullanılan fotoğraflardan biri, “Kâbe fotoğrafının üzerine konumlandırılmış Şahmeran” figürünün yer aldığı kadrajın köşelerine LGBTİ simgesinin yerleştirildiği görsel, dinî kutsala saygısızlık diye yorumlandı. Anadolu Gençlik Derneği ve Milli Gençlik Vakfından kişiler konuyu ikindiye yetiştirdi, Beyazıt Meydanı’nda Kur’an-ı Kerim okuyarak, tekbir getirerek protesto gösterisi yaptı. Memlekette toplantı ve gösteri yürüyüşü düzenleme hakkı var tabiî, var ama meselâ öğrenci, işçi, avukat, akademisyen; hakkı gasp edilmiş binlerce yurttaş da kim ola? 

İçişleri Bakanı Süleyman Soylu olaya ilişkin “devlet yaptırımını” “4 LGBT sapkını gözaltına alındı” tivitiyle duyurmanın “büyük hazzını” yaşadı. “Reform” hayâli kuran Adalet Bakanı Abdülhamit Gül de memlekette “bağımsız mı bağımsız” bir yargı merciinin bulunduğunu ispatladı, paylaştığı tivitte “İstanbul Başsavcılığınca soruşturma başlatılmış olup failler hakkında gözaltı talimatı verilmiştir” dedi. Cumhurbaşkanı yardımcısı ve vali derhâl açıklama yaptı. YÖK durur mu? O da kınama mesajı yayımladı… Yani tüm devlet kurumlarıyla idarecileriyle harekete geçti, fırsat bu fırsat…

Ortalık toz duman içindeyken CHP Sözcüsü Faik Öztrak “alçak provokasyon” dediği olayı “şiddetle kınadı.” Böylece iktidar ile ana muhalefet uzun bir aradan sonra “millî birlik” gösterdi, “yekvücut” oldu: “Alkışlıyoruz!”

Her şey o kadar birbirine karıştırıldı ki, kompozisyonu kurgulayanın görselini “özdeki kadın-erkek cinsiyetine yabancılaşmaya dikkat çekmek” diye tanımladığı yerde devlet aktörlerinin LGBTİ bireylere nefreti açığa çıktı. Cinsiyet bakımından insanın yaradılışı/doğası gereği kadın ile erkek ilişkisi dışında bir ilişkinin olamayacağına inanan biri ve üniversite sıralarında biri zorunlu biri seçmeli “medya ve kadın”, “toplumsal cinsiyet” derslerinin sınavlarını veren okullu bir muhabir olarak şunu belirtmemde yarar var, konu madem oraya getirildi: Kendilerini bir şekilde farklı cinsiyetlerde tanımlayan kişilerin düşmanlaştırılması her ne olursa olsun yanlış. Buna istinaden nefret ve ayrımcılığın, hele ki şiddetin vicdanen kabul edilemeyeceğini vurgulamak hem aldığımız eğitimin hem de toplumsal barışın gereği.

Peki dinî değerler aşağılanmış mı oldu?

Kâbe elbette İslam dini mensupları için “kutsal” bir yer. İnancın tartışması olmaz. Ortada ise altı üstü kurgu bir fotoğraf var, beğenirsiniz ya da beğenmezsiniz. Bir fotoğraf, kutsal sayılan bir mekân üzerinden dinin aşağılanması fiilini doğurur mu? Kâbe binası mıdır kutsal olan yoksa İslam’ın “kul hakkı”ndan da bahseden değerleri mi? Bu soruları herhâlde her şeyi olduğu gibi dini de kendi tekeline alan ve tâbiri caizse yeni bir “din” yaratan siyasetçi veya devlet yöneticisi değil, bağımsız din bilginleri tartışmalı. Ama naçizane bir gözlem ile bence işe önce çevresinde gökdelen otel/plazalar yükselirken aşağıda kalan Kâbe’ye nasıl tepeden bakıldığıyla başlanmalı; Kâbe manzarasıyla pazarlanan milyon dolarlık otel odalarıyla… Camide garibana “İslam’da mütevazı yaşam” vaazı verilir iken, “kutsal mekânı” üzerinden dinin, din tüccarları ve dinbazlar eliyle nasıl kapitalizme ve siyasete kurban edildiğiyle meselâ…

Şimdi yeniden hatırlayalım: Boğaziçi Üniversitesi’nde ne oldu?

2016 yazında iktidar için “Allah’ın lütfu” darbe girişimi sonrasında üniversitelerden akademisyenler KHK ile hukuksuz bir şekilde ihraç edilirken aynı yıl üniversitede rektör atama usulü değiştirildi. 1992’de bir değişiklikle sınırlandırılan doğrudan rektör atama yetkisi yeniden cumhurbaşkanına verildi. Zaman hep ileriye aksa da gelişim aynı yönde olmuyor. Dönüle dönüle 12 Eylül askerî rejim yıllarına dönüldü, 40 yıl geriye... 12 Eylül 1980’den önce mi? 1946 yılının Üniversiteler Kanununa göre üniversite rektörünü kendi öğretim üyeleri ile belirliyordu. 

Günün gelişmelerinin kökenini aslında 1940’lı yıllardaki ilerici-gerici kavgasında aramak mümkün. 1948’de Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesinde Behice Boran’ın, Niyazi Berkes’in, Pertev Naili Boratav’ın akademiden uzaklaştırılması o güne kadarki en büyük akademisyen kıyımı olarak geçmişti tarihe... Yine 1960 baharında kurulan Tahkikat Komisyonu ile demokratik hayatı felç etmeye kararlı iktidarın istibdat düzenine karşı hocası ve öğrencisiyle üniversitenin verdiği hürriyet mücadelesi tarihten önemli bir sayfa: “Bir ölü yatıyor ders kitabı bir elinde/ Bir elinde başlamadan biten rüyası/ 1960 yılı nisanında İstanbul’da/ Beyazıt meydanında” (Nâzım Hikmet). Bu olaydan bir hafta sonra 555K (5. ayın 5. günü saat 5’te Kızılay’da) parolasıyla toplanarak hürriyet isteyen gençliğin protesto eylemi Cumhuriyet tarihinin ilk sivil itaatsizlik eylemi olarak geçmişti kayda. Ama akıl var izan var. Hak var, hukuk var! Madem bugün bu fırtına din adına koparılıyor, “kul hakkı” var, “kul hakkı!”

İnsanların sadece tek bir alanda uzmanlaşmak için yıllarca dirsek çürüttüğü, başarısı ise bilim-bilgi üretmesiyle, araştırma ve buluşlarıyla; kalitesi özgür tartışma ortamlarıyla, verdiği mezunlarla ölçülen üniversitelere tek bir kişinin dışarıdan rektör ataması kabul edilebilir mi? Liyakat yok sayılabilir mi?   

Sorulmaması, gündeme gelmemesi istenen ve iktidarın asla cevabını veremediği sorudur bu.

Yanıtını veremediği için de bu kadar saldırganlaşmıyor mu zaten? Hep yaptığı gibi din ve cinsiyet meselesi üzerinden konuyu özünden saptırmaya, zemini kaydırmaya çalışıyor. Bugün bunca olana rağmen hâlâ rektörlük koltuğunda oturabilen dışarıdan bir isimle üniversiteyi “kontrolü altında tutmak için” o üniversitenin akademisyenini ezip geçmek, öğrencisini kampüsten kovmak ve gençleri zalimane bir şekilde gözaltına almak, önüne geleni teröristlikle yaftalamak pahasına her yolu mubah görüyor kendine. Bilindik tutumuyla.

Öğrenciyi gözaltına alan “Aşağı bak. Toplu gitmek yok” diyen polisiyle tam da askerî düzen fotoğrafı veriyor. Memleketi kışla, yurttaşı da emir eri zannediyor.

Böylece “Aşağı bak. Toplu gitmek yok” lafı, yüzünü saklama gereği duyan muktedirle hemen de bütünleşiyor. Rejimin simgesi oluveriyor o fotoğraf.

Tüm mesele yere değil tam da gözlerinin içine baka baka yalanını yanlışını her yerde yüzüne vurmak. Toprağın kokusunu unutmadan göğe bakmak daima, başı dik ve hep ileri…

Anadolu Şeyh Bedreddin’le, Dadaloğlu’yla, Köroğlu’yla özgürlük ateşinin yandığı, Yunus Emre’nin, Mevlânâ’nın insan sevgisiyle yoğrulan topraklardır.     

Ahmed Arif’in dizeleriyle:

Öyle yıkma kendini,

Öyle mahzun, öyle garip...

Nerede olursan ol,

İçerde, dışarda, derste, sırada,

Yürü üstüne üstüne,

Tükür yüzüne celladın,

Fırsatçının, fesatçının, hayının...

Dayan kitap ile

Dayan iş ile.

Tırnak ile, diş ile,

Umut ile, sevda ile, düş ile

Dayan rüsva etme beni.