Yine şiddet, yine ölümler, yine koca bir ordunun seferber olması...

Ne oluyoruz? Yanıt: "Siyaset yapıyoruz." Siyaset, cinayetle yapılırsa onu yapan yönetime diktatörlük; bireye katil, topluluğa terörist deniyor. Çünkü siyasetin araçları farklı: Müzakere, pazarlık, ikna ve uyuşma. Siyaseti bu araçlarla yapan ülke sayısı fazla değil. O yüzden de onlara "medeni" ve "demokrat" diyoruz.

Siyaseti medeni ölçüler içinde yapamayan toplumlar, yaptırmayan yönetimler, demokrasinin değil tahakkümün araçlarını kullanıyorlar. Yani bir azınlık, kendi çıkarlarına, dünya ve toplum görüşüne göre çoğunluk üzerinde egemenlik kuruyor ve onları yönetiyor. Yönetim felsefesi basit: "Ya seni yönetirim ya da öldürürüm." Bunu Libya'da gördük, şimdilerde Suriye'de görüyoruz. Ya bizde? Şöyle biraz geriye gidin, azıcık nesnel (objektif) olun ve kararınızı verin.

İşte o uzun on yıllar içinde azınlık yönetimi pek çok kesimi mağdur etti. Bunlardan biri Kürtler, diğeri muhafazakâr-dindarlardı. İkincisi siyasetin araçlarını kullandı ve bugün iktidar oldu. Yönetici azınlığın iman ettiği Batılı modernleşmeden farklı bir modernleşmenin mümkün olduğunu kanıtladı. Ülkeyi geri götürmedi, eğitim sistemimizin aşıladığı Batı modernizmine alternatif bir dinamikle ülkenin üretici güçlerini harekete geçirdi. Azınlık rejiminden bugün daha fazla dünyalı, daha müreffeh ve demokratsak bu sayede oldu. Daha alınacak çok yol olmasına rağmen demokrasinin kuralları işletildi ve toplum bundan hoşnut olduğunu belirtti.

Gelelim Kürtler'e: Dinsel azınlıklardan sonra en fazla mağdur edilen kesim Kürtler oldu. Eğer bu kanlı Kürt isyanını anlamak istiyorsak bu gerçeği kabul edelim. Bu mağduriyetin ardında çok kan ve acı var. Bu geçmişe duyarsız kalarak empati kurmak ve sorunu (bırakın çözmeyi) anlamak bile mümkün olmaz.

İkincisi, eğer bir isyan 30 yıldır bastırılamıyor ve koca bir ordu küçük bir ülkenin bütçesi kadar "güvenlik" harcamasında bulunuyorsa bu sadece bir asayiş (güvenlik) sorunu değildir. Ya nedir? Rejime karşı bir itirazdır. Eh rejim de gökten zembille inmediğine, yurttaşların kendi aralarında nasıl yönetileceklerine ilişkin bir anlaşmaya dayanacaksa (gerçekten dayanacaksa) değiştirilebilir. Daha kabul edilebilir, daha uzlaşmacı bir düzen kurulabilir. Kurulamıyorsa, demek ki daha demokrasinin araçlarıyla siyaset yapmıyoruz.

Üçüncü olarak, hiçbir "terörist" örgüt, bir ülkenin savunma, içişleri, dışişleri teşkilatını ve maliyesini, bunca yıl bu kadar kapsamlı biçimde etkisi altına alamaz. Bakın Türk hariciyesinin müzakere konularına, bunun başında PKK terörüne karşı ya serzeniş ya da işbirliği teklifi vardır. O halde bu kadar geniş bir etki alanı olan teşkilatı kabaca "terörist" diye nitelemek -eylemleri öyle olsa da- bir indirgemeciliktir. Olayın boyutunu anlamayı zorlaştırır. Bunca yıl, bu kadar çok insanı içine alan ve almaya devam eden, sadece Türkiye'yi değil Kürt azınlık barındıran bütün Ortadoğu ülkelerini etkileyen bir olguyu tüm boyutlarıyla değerlendirmek gerekir.

Bu değerlendirmenin esas dayanağı da arkasında desteğini kesmeyen, dolayısıyla mağduriyet duygusu daha giderilememiş bir halk olmasıdır. O halde asıl muhatap o halktır. Onun adalet, eşitlik ve hak arayışıdır. Bu sözlere pek çok kişi itiraz edecektir (hep ederler) ama unutmayalım bunları ben söylemiyorum, onlar söylüyor ve sözlerinin arkasına hayatlarını koyuyorlar. Ölüyor ve öldürüyorlar. Konu hayat memat meselesi olunca biraz geri çekilip düşünmek lazım: Bu kadar önemli bir meseleyi biz başka araçlarla çözemez miyiz?