Türkiye sol siyasetinde zaten mevcut olan fay hatlarının neredeyse hepsinden daha önemli olan yeni bir fay hattı hüküm sürüyor epeydir: “AKP’ye nasıl bir muhalefet?” 

Soruyu bu kadar önemseyenler, yanıtı aynı oranda önemsemiyor olmalılar ki, AKP on yıldır girdiği bütün seçimlerden başarıyla çıkıyor. Ortalık AKP muhalifinden geçilmiyor. Üstelik, muhalifler keskin ve radikal söylemlerinin dozajını sürekli arttırıyorlar. Paradoks şu ki, muhalifler eleştiri dozunu arttırırken AKP de oylarını arttırıyor!

Belki de “muhalifler” ile “muhalefet”i birbirinden ayırmak gerekiyor. Birincisinden farklı olarak, ikincisi sistemli bir strateji ve program gerektirir. Ve eksikliği hissedilen birincisi değil; ikincisidir.

Beş bölüm olarak tasarladığım bu dizinin tümü, sahici bir muhalefetin kurgulanabilmesi için önemli olduğunu düşündüğüm stratejiye ilişkin olacak. Programatik ilkeler sadece strateji meselesiyle ilişkili oldukları oranda gündeme gelecek. Sahici kavramını ise tek bir içerikle yüklüyorum: Toplumun geniş kesimlerinde (yani kendini solcu/sosyalist olarak tanımlamayanların da dahil olduğu kesimlerde) karşılığı olan bir muhalefet…

Bu tarz bir muhalefet anlayışını benimsemiş olanların, örgütlü solun neredeyse tamamı tarafından her koşulda yalnızlaştırma ve itibarsızlaştırma kampanyalarına maruz bırakıldıklarını biliyoruz. Liberallikten AKP destekçiliğine kadar uzanan bir dolu derinlikli analiz! Birçoğumuz açısından zaman zaman yanıt vermemenin imkansızlaştığı düzeylere düşen bu kampanya, en azından bu yazı dizisinin umurunda olmayacak. Lakin olur da bu beş yazıdan herhangi biri o kampanya-perver arkadaşların eline geçerse diyerek malumu ilam ederek başlayayım: AKP sağcı, milliyetçi, neo-liberal ve istikrarlı bir şekilde otoriterizmini arttıran bir partidir. Bu müthiş keşfi zikrettikten sonra işimize bakabiliriz sanırım!

“İşimize bakmak” kısmı önemli… Siyaset, muhataplarınıza bağlı olarak değişen bir faaliyet biçimi… Siyaseti kimin için yapıyoruz? Siyasetimize kimleri çekmeye çalışıyoruz? Biz konuşurken, kimlerin dinlediğini varsayıyoruz? Kimi ikna etmek için konuşuyoruz?

Hemen aklıma gelen üç muhtemel muhatap grubunu söyleyeyim:

Mesela, örgütlü soldaki yoldaşlarımız, eski veya yeni dostlarımız için mi siyaset yapıyoruz? Konuştuklarımız ve yaptıklarımızla onları mı bazı şeylere ikna etmeye çalışıyoruz? Gerçek solun ne olduğunu mu göstermek istiyoruz?

Yoksa topluma mı konuşuyoruz? Toplumda sınıfları ya da çeşitli kimlikleri nedeniyle mağdur olanlara veya ne sınıfı ne de kimliği nedeniyle doğrudan bir mağduriyet yaşamayan, fakat çevresinde gördüğü adaletsizliklerden rahatsızlık duyan ve belki de bu adaletsizliklerle kendince mücadele ederek adil bir toplumun kurulması için sivil toplumun çeşitli alanlarında çaba harcayan insanlara mı konuşuyoruz? Bu son grubu ihmal etmeyelim derim.  Benim şöylesi liberal bir varsayımım yok: Her birey, sadece ve sadece kendi çıkarını düşünerek siyaset yapar. Elbette böyle çok sayıda birey vardır.  Ve kendi çıkarını düşünerek siyaset yapmanın, karar vermenin bizatihi kötü bir şey olduğunu da düşünmüyorum. Ama birçok birey de, toplum için neyin iyi olduğunu düşünerek kararlarını oluşturur.

Amerika’daki kürtaj tartışmasından tutun, Türkiye’deki ana dil tartışmasına kadar, birçok kritik kararda insanlar, toplumun genel iyiliği üzerinden karar verirler. Bu kararın ille de özgürleştirici olması gerekmiyor elbette. Kürtaja karşı çıkan bir Amerikalı’nın kararında özgürleştirici bir yan yok. Fakat bu durum, son tahlilde o kişinin kendi çıkarından değil, toplum için düşündüğü bir “ortak iyi” kavramından hareket ettiği gerçeğini değiştirmiyor. Öte yandan, “ortak iyi” üzerinden verilen kararlar çoğu zaman özgürleştirici de olabilirler: Anadilinde eğitimi savunan bir Türk örneğinde olduğu gibi… Sözün özü, maddeci analizlerimiz, doğrudan doğruya mağduru olmadığı adaletsizliklerle mücadele edenler grubunu ihmal etmemize yol açmasın. (Yeni Anayasa tartışmalarında bu gruba konuşmanın çok önemli olacağını düşünüyorum).

Örgütlü sol ve toplum dışında belki de üçüncü bir muhatap kesim vardır ve ona siyaset yapıyoruzdur: AKP’nin kurmayları. Belki de onları, gittikleri yolun yol olmadığına ikna etmeye çalışıyoruzdur.

Sonuç olarak, muhatabımızın kim olduğu sorusu önemlidir. Zira aklımızdaki muhatap kimse, siyaset tarzımızı ona göre belirlemek durumundayız. Bu makaleyi okuyan herkesin muhtemelen hiç düşünmediği üçüncü muhatap grubunu hemen eleyebiliriz. AKP’nin elitlerini, hele de Erdoğan’ı ikna için mesai harcayacak bir muhalefet platformunu düşünemiyorum. Sadece o elitlerle bizim tasavvur ettiğimiz dünyaların farklılığı nedeniyle değil. Erdoğan artık tanrının yeryüzündeki gölgesi… O büyük devlet adamı, Ortadoğu’nun en önemli siyaset adamı v.s. Böyle bir insanı iknaya çalışacak kadar hakikatle ilişkimizi zedelemedik herhalde.

Erdoğan kadar olmasa da ben birinci gruptaki muhataplarımızın da iknaya çok açık olduklarını düşünmüyorum. Örgütlü sola hitap etmeye ayarlı bir siyaset, o alanın bütün iç tartışmalarına müdahil olmaya hazır olmalıdır. Elbette bu alana girmek de bir tercihtir. Bu tercih yapıldığında EDP gibi bir partinin solun yeniden tarifinin tarihsel temelleri ve teorik nedenlerine ilişkin söyleyecek çok sözü olacaktır. Lakin tarihe bakıldığında sol-içi tartışmaların üretken sonuçlar vereceğini düşünmüyorum. Önerim odur ki, örgütlü sola konuşmaktan, daha doğrusu o ortamın rahatlığından bir an önce uzaklaşmamız gerekiyor. Evet, burası rahat bir alandır: Çok farklı şeyler söylesek de sonuçta aynı dili konuşuyoruz. Benzer kavramsal aparatlar kullanıyoruz. Hangimizin “gerçek sol” olduğunu tartışmaktan geri durmak da istemiyoruz haliyle. Ne var ki, yine tarihin gösterdiği üzere, bu tartışmaların hazzına kapılıp kısa süre içinde “toplu iğne başında kaç melek yaşar” tartışmalarına dalmamız işten bile değildir.

Geriye ikinci grup kalıyor. Esas devrimci siyasetin de burada yapılacağını düşünüyorum. Bütün ezberlerimizi bırakacağımız, aslında bizi rahatlatsa da dışarıya kapalı olan o iç dilimizi bir kenara koyacağımız ve doğrudan topluma konuşan yeni bir dili hayata geçireceğimiz, sınıfları ve kimlikleri nedeniyle mağduriyet yaşayan ve o mağduriyetten kurtulma mücadelesi verenleri bir zeminde buluşturacak yeni bir siyaset. Bu alanda elbette başta Kürtler olmak üzere Aleviler var. Gayrı müslimler var. Kadınlar var. Cinsiyet kimlikleri nedeniyle ötekileştirilenler var. Doğaya uyumlu yaşamları bozulan, derelerinin sermayeye peşkeş çekildiği köylüler var, GDO’lu gıdalarla beslenenler var, sağlıktaki katkı paylarının yukarı doğru tırmandığı insanlar var, sendikasızlaşan emekçiler var,  yaşanabilir bir çevreyi ellerinden aldığımız bizden sonraki kuşaklar var. Bu alan “sadece bizim değil” üstelik: sorumsuz belediyelerin sözde barınaklarında kışın soğuktan donarak ölen köpekler var bu alanda. Ve nihayet, bu alanda, yukarıda zikredilen sorunların büyük bölümünü kuşatan ve Yeşiller Partisi başta olmak üzere ekoloji hareketinin bize öğrettiği gibi, başlı başına bir hak öznesi olarak kurgulamamız gereken “doğa” var.

Ve hiç kuşkusuz bu siyasetin muhatapları arasında AKP’ye oy veren ve geniş bir bölümünü emekçilerin oluşturduğu yurttaşlarımız var. Bizler AKP’nin elitlerini ikna için değil; onlara oy veren geniş toplumsal kesimleri ikna için siyaset yapacağız. Daha doğrusu yapacağımız siyasette, kuracağımız dilde bu kesimi ötekileştirecek anlamsızlıklardan uzak duracağız.

Nabza göre şerbet vermekten değil, siyasetten bahsediyorum. Bu siyasetin maliyetleri küçümsenmesin. Daha önce çeşitli kereler değindiğim için ayrıntısına girmeden zikretmekle yetineyim: Tarihsel mağduriyetleri, toplumun çoğunluğuna anlatabilecek bir dili geliştirmek, örneğin Kürtlerin haklı bir temelde mücadele verdiklerini, esas olarak Kürtlere değil, Türklere anlatacak bir siyaseti ısrarla takip etmek bu maliyetler arasındadır elbette.

Dizi kapsamındaki tüm yazılar:

AKP ile mücadele-1: Muhatap Bahsi

AKP ile mücadele-2: Hegemonya Bahsi

AKP ile mücadele-3: Eşitlikçilik Bahsi

AKP ile mücadele-4: Özgürlükçülük Bahsi

AKP ile mücadele-5: Çoğulculuk Bahsi