Solda yenilenme arayışları ciddi bir teorik çaba gerektiriyor. Üstelik sadece çaba değil, herkesin herkesi tanıdığı Türkiye solunda mahalle baskısına direnecek cesareti de gerektiriyor. Solda yenilenme, hayatın akışı içinde kendiliğinden ortaya çıkmayacak. Başka bir deyişle yeni sol - o çok sık kullandığımız ifadeyle- sadece “pratik hayatta sınanacak” bir deneyim olmayacak.

Yeni sol her şeyden önce eskinin hem pratik hem de teorik eleştirisi üzerinde yükselen bir arayışın adıdır. Teorik bir arkaplanı olmalıdır; Marksizmden aldıklarını ve bıraktıklarını çok net olarak ortaya koymalıdır. (Mahalle baskısının en yoğun olarak yaşanacağı alan elbette burası olacaktır). Yeniyi kurarken hangi fikirleri hangi teorik geleneklerden aldığının bilincinde olmalıdır. İktisadi alan dışında, kültürel alanda verilen mücadelelere de önem veriyorsa, bunun teorik alt yapısını oluşturmalıdır.

Marks ve Engels kendi düşünce sistemlerini oluştururken –her ciddi entelektüelden bekleneceği gibi- çubuğu belirli bir yöne bükerek bazı perspektifleri dışarda bırakmışlardı. Neydi bu dışarda bırakılanlar? Siyasal düşünce geleneğinin Marks öncesi döneminden günümüze ışık tutacak hangi fikirleri tekrar canlandırabiliriz?

Örneğin, Marks’ın kendi içinde tutarlı bir sistematik geliştirmek için bilinçli olarak dışarda bıraktığı Hegel düşüncesinde çok önemli olan bazı kavramlar acaba günümüzde “kimlik talepleri” dediğimiz ve esas olarak tanınma için verilen mücadeleleri anlamlandırmamızı kolaylaştırabilir mi? Ya da “devlet meselesi”ni ele alalım. Türkiye gibi bir bağlamda devleti anlamak için hayatı boyunca devlet yerine toplumu (sınıfları) incelemiş Marks mı daha yol açıcıdır(ki çalışmalarının ağırlık noktası olan İngiltere’de tarih boyunca toplumsal sınıflar devleti gölgelemiştir); yoksa Makyevel’den başlayan bir geleneği sürdüren ve hayatı boyunca kıta Avrupa’sını merkezine almış (başka bir deyişle devletin, toplumu gölgelediği bir bağlamı çalışmış olan) Weber mi daha ufuk açıcıdır. Eğer bunlar meşru sorularsa, yeni solun entelektüel müktesebatında Hegel ve Weber (ve elbette daha birçok gayrı Marksist teorik akım) nasıl sistematik bir biçimde yerlerini alacaktır?

Bunları ve bunlardan çok daha karmaşık meseleleri çözmeden yeni bir sol kurgulanamaz. Yeni sol arayışlarının önündeki en büyük tehlike - paradoksal bir biçimde- eski solun gittikçe arkaikleşen söylem ve pratiklerinden geliyor. Şunu söylemek istiyorum: Yeni solu kurmak için yola çıkanların arkalarında bıraktıkları siyasal yapılar muhafazakarlaştıkça, yeni solun öznelerinde kendiliğinden bir rahatlama oluyor. Arkada bırakılan özne, kendini gittikçe eskiye döndürmeye çalıştıkça, kendini gittikçe geçersizleştirdikçe sanki oradan ayrılanlarda bir yandan –tümüyle anlaşılır- bir ferahlama hissi doğuyor; ama öte yandan aynı his, hiçbir zahmete girmeksizin yeniyi temsil ettikleri zehabının doğmasına da yol açma riski barındırıyor. Yeni sol, kendiliğinden, sadece pratik hayatta sınanarak kurulamaz derken bunu diyordum.

Solda yenilenme her şeyden önce çok ciddi ve kolektif bir entelektüel bir çabayı gerektiriyor. Bütün dünyada var olan bir arayışın parçası olma kararlılığını göstermek gerekiyor. Üstelik de Türkiye gibi “arayış” kavramının neredeyse “kendini bilmezlikle” ya da daha kötüsü “döneklikle” eş tutulduğu kültürel bir coğrafyada aramak, her yerde olduğundan daha da netameli bir iş. İşte esas bunu göğüslemek gerekiyor.

Yeni solda yer alan her kişinin kendinde yeniyi arayıp bulması gerekiyor: Yeni olan ne var? Üslubumuz mu? Stratejimiz mi? Teorik çoğulculuğumuz mu? Bir turnusol testi önerebilirim: Örneğin sol içinden bir arayışı simgeleyen, sol içinden Marks eleştirisi yapan ve kimisi gazetelerde köşe de yazan bir grup aydın var. Yeni solu kurmak için yola çıkanlar bu aydın grubunun yapmaya çalıştıklarına, yazıp çizdiklerine nasıl bakıyorlar? Bu yazılanlarla ilişkiye geçip onlarla teorik bir tartışmaya girmeye ve belki de pozisyonlarını zenginleştirmeye ya da gözden geçirmeye hazırlar mı? Yeni solun özneleri, bu aydınların yazdıklarını tartışmaya değer bulup o yazılanlarla kendi pozisyonları arsındaki farklılıkların kaynaklarını bulmaya, bu farklılıklar üzerinde onlarla bir tartışma yapmaya ve sonuçta etkilemeye (ve elbette etkilenmeye) açık bir tavır geliştiriyorlar mı? Yoksa aslında arkada bıraktıkları örgütlere daha fazla yakışacak biçimde bu aydınların “döneklikleri”, “sola, solculara -ve dahası geleneğe- hakaret ettikleri” üzerine şehvetli bir dille konuşmayı mı tercih ediyorlar?