Bir önceki yazıda AKP’nin elitlerini değil, ama AKP’ye oy veren ve ağırlıklı bölümünü emekçilerin oluşturduğu seçmen kitlesi de dahil olmak üzere toplumun geneline seslenecek bir muhalif dile ihtiyaç olduğundan bahsetmiştim.

Kelimenin gerçek anlamıyla hegemonya kurmuş bir iktidarla başka türlü bir mücadele tarzının toplumda karşılığı olduğunu düşünmüyorum. AKP esas gücünü vesayet rejiminden ya da seçim sisteminin dışındaki bazı kurumlardan almıyor. Vesayete rejimi, eski rejimin adıydı. Seçilmişlerin değil, atanmışların; özellikle de ordu ve yargı bürokrasisinin halkın iradesi üzerinde tarihsel ayrıcalıklarını kullanarak başka bir irade tesis edebildikleri rejimin adıdır vesayet. Eşi başörtülü diye halkın seçtiği kişiyi Cumhurbaşkanı seçtirmeme iradesini örgütleyebilmektir mesela…

AKP ise, özellikle Referandum sonrasında devlet-içi iktidar mücadelesinde zafere yaklaşmakta olan muktedir bir parti olarak iktidarını vesayet kurumları üzerinden tesis etmiyor. AKP, bütün otoriter ve milliyetçi iktidarını, arkasındaki yüzde 50 halk desteğine dayandırıyor. Yeni rejimi “vesayet rejimi” olarak adlandırıp kendimizi kandırmak yerine, bu halk desteğinin nerelerden kaynaklandığını anlamamız gerekiyor. Başlı başına bir araştırma konusu olmakla birlikte çok önemli olduğunu düşündüğüm bir nedene işaret etmek isterim: Değişim isteği…

Çok yakın zamana kadar toplumun geniş kesimleri AKP’yi temel değişimci güç olarak görüyordu. 1950’de Menderes, 1970ler’de Ecevit, 1980’lerde Özal için de böyle düşünmüşlerdi. Bu üç ismi aynı cümle içinde kullanmamın nedeni elbette politik/ideolojik benzerlikleri değil. Bu üç isim de şunu başardı: Bu topluma bir mitos, değişim mitosu sunabildiler. Önerdiklerinin içeriğinden çok, toplumsal algıları önemliydi. Bu insanlar değiştireceklerdi. Toplum, bu insanların şahsında değişime oy vermişti. İşte, Erdoğan’ı bu halkanın son zinciri yapan da buydu: Değişimin 2000’lerdeki adıydı Erdoğan.

Bu toplumun söz konusu siyasal eğilimi, Türkiye toplumunun “muhafazakarlığı”na ilişkin kelam ederken biraz daha ihtiyatlı olmayı gerektiriyor. Başka alanlardan da örnekler verilebilir: Kentlerimiz mesela... İstanbul’da 19. yüzyılda geçen bir film çekmek isteseniz yan yana on tane ahşap bina bulabileceğiniz sokak sayısı bir elin parmağını geçmez. 1950’den itibaren çok uzun yıllar boyu bu kenti yöneten “muhafazakar” zihniyet, ortada ahşap ev bırakmadı! 2000’li yılların ortalarında İstanbul’un “muhafazakar” belediye başkanı Kadir Topbaş şehir hatları vapurlarını kaldırıp onların yerine “daha modern” araçlar koymaya niyet etmişti. Bir grup insan “Yapamazsınız. Vapurlar bu şehrin geleneksel değeridir” dediğinde, “muhafazakar” konuşmuştu: “Hepiniz geri kafalısınız, çağımız hız çağı!” Daha sonra, sanırım 8 ayrı model vapur halk oylamasına sunulmuştu.
İstanbul dışında yaşayanlar da dahil, hepimiz can havliyle eski vapurlara en çok benzeyen vapura oy vermeseydik az daha “en son model”, neredeyse okyanuslarda kullanılan “cruise” gemilerine benzer bir ucube ipi göğüslüyordu. Ya da yarışma programlarımızı alın: İngiltere’de, Amerika’da insanlar 30 yıl boyunca çarkıfeleğin tekerleğini döndürüp durdular. Bir de bizdeki ömrünü düşünün! Televizyon programcıları her yıl bir yarışma formatı bulmaktan helak oluyorlar. Bu halk, hangi format olursa olsun iki yıl içinde sıkılmayı başarıyor!

Sonuç itibariyle, Türkiye toplumu –neredeyse marazi bir biçimde- değişim meraklısı! Değişimi örgütleyen, ya da değişim mitosunu yaratanlar bu halktan kitlesel destek görüyorlar. Değişimden ürküp kabuğuna çekilenlerin bu toplumda bir karşılığı yok. Ve keza şunların da: AKP’nin hegemonyasından sinip, yenilgici bir ruh haliyle eski rejimin unsurlarıyla anlamsız ittifak arayışları içinde olanların bu toplumda bir karşılığı yok. Muhalefetini ikna üzerinden değil de, kendi bildiği doğrunun sanki herkes tarafından da bilindiğini varsayarak sürekli o doğruyu vaz edenlerin bu toplumda bir karşılığı yok. Atacağı her adımda kendi gündemini değil de AKP’nin gündemini düşünen, o adımı atıp atmama kararını verirken tek düşüncesi “acaba AKP’ye yarar mı?” olan bir muhalefetin bu toplumda bir karşılığı yok.

Hayatın her alanına sirayet etmiş, toplumdan siyasete, ekonomiden kültüre her alanda iktidarını kurumsallaştıran bir AKP ile mücadele edeceğiz.  Sadece siyasal değil, sosyolojik bir iktidardan bahsediyorum. Bu iktidarın içinde Nihat Doğan’lar, Seda Sayan’lar falan var!

Hegemonik bir iktidar derken zaten böyle şeylerden de bahsederiz. Şöyle bir şey resmedin lütfen: Gittikçe toplumun kılcal damarlarına doğru yayılan, derinleşen bir varlık; ve karşısında bu alanların hiçbirinde yer almayan, bu alanların her birine dair söyleyecek ayrı bir sözü olmayan, bu sözleri bütünsel bir siyasetin parçası kılma çabasına girmeyen, kısacası bu alanlara ilişkin alternatif – ve pozitif!- bir siyaset geliştirme ihtiyacı duymayan, ve bu “yok”lar dünyasında sürekli aklınca aynı yere çakarak AKP’yi geriletmeyi düşünen bir muhalefet… Hegemonya yayılırken, daralan bir muhalefet: Böyle olmaz!  Bu muhalefet anlayışının başta AKP’ye oy verenler olmak üzere halkta bir karşılığı olduğunu düşünmüyorum.

Tarihte örneği çoktur: Halk, anlamlı bir alternatif görmezse güçlü olana meyleder. Bugün Türkiye’nin temel problemi bu anlamlı alternatifin yokluğudur. Dünyanın başka hiçbir ülkesinde tek bir siyasi partiye oyunun kurallarını istediği gibi yazma ve sonra da istediği gibi bozma şansını vermezler. Bugün Türkiye’de olan tam da budur: AKP oyunun kurallarını tek başına koyuyor, dün koyduğu kuralı bugün bozuyor ve yenisini yazıyor. Ve sahada buna dur diyecek bir özne yok.

Bu tespitin çok önemli bir istisnası var elbette: Kürt Siyasal Hareketi.  AKP’yi ve Erdoğan’ı çılgına çeviren de zaten bu hareketin hala teslim alınamamış olmasıdır. Kürtlerin mücadelesi, sisteme alternatif bir siyaset geliştirmek isteyen bütün özneler için hiçbir şey için değilse bile (ahlak ve dayanışma duygusu gibi) salt bu nedenle çok değerlidir.  Halkların Demokratik Kongresi bu doğrultuda ilerleyebildiği oranda toplumda bir karşılık bulacaktır. Öte yandan, Türkiye toplumunun tamamına seslenecek karşı-hegemonik bir siyaset açısından baktığımızda an itibariyle hala derin bir boşluk olduğunu kabul etmek durumundayız.

Bu boşluğu doldurabilmek için öncelikle AKP büyüsü altında yaşamaktan, AKP ile yatıp AKP ile kalkmaktan kurtulmak gerekiyor. Bunun yerine kendi gündemine güvenen, kendi dışından kaynaklanan bütün gelişmeleri o gündemle ilişkilendirme basiretini gösterecek, kendi gündeminin gerçekleşmesini zorlaştıracak gelişmeler olduğunda direnecek –ki olanların büyük kısmı bu fasıldan olacaktır-, ama o gündemin gerçekleşmesine kapı aralama ihtimali olan başka gelişmeler olduğundaysa onları bir manivela gibi kullanacak bir siyasete ihtiyacımız var. Değişimden ürküp kabuğuna çekilen bir tarzdan ziyade, AKP’ye alternatif bir değişim siyasetini nasıl kurgulayacağına halkı ikna edebilecek yeni bir siyaset diline ihtiyacımız var.

Türkiye’nin yaşamsal bir demokratikleşme sorunu olduğunu tespit edenler,  demokratikleşmenin önünü açma ihtimali olan herhangi bir gelişme olduğunda elbette bundan yararlanma basiretini göstereceklerdir. Söz konusu gelişmeyi,  muktedirlerin hiç de arzu etmediği yerlere kadar götürecek bir müdahaleyi örgütlemeye çalışacaklardır. İlerde bir iki örnek üzerinden bu konuya tekrar döneceğim. Ama şimdilik şu notla bitirelim: “AKP yapmaz/yapamaz” diyerek  –aslında sanki AKP’den beklentisi olanlar varmış gibi- yel değirmenlerine konuşan, paralize olmuş bir “muhalefet” yerine, AKP’yi her alanda sıkıştıran ve süreci daha ileri noktalara taşıyacak dinamikleri hayata geçirmeye çalışan, başka bir deyişle fildişi kulesinden ahkam kesmeksizin paçasına çamur bulaştıracak bir siyasettir ihtiyacımız olan…

Dizi kapsamındaki tüm yazılar:

AKP ile mücadele-1: Muhatap Bahsi

AKP ile mücadele-2: Hegemonya Bahsi

AKP ile mücadele-3: Eşitlikçilik Bahsi

AKP ile mücadele-4: Özgürlükçülük Bahsi

AKP ile mücadele-5: Çoğulculuk Bahsi