Hegemonik partiyle mücadelenin ana hatlarına ilişkin tasarladığım yazı dizisinin önceki bölümlerinde eşitlikçilik ve özgürlükçülük bahislerine değinmiştim. Sacayağının üçüncüsü –ama önem sırasında asla sonuncu olmayan- çoğulculuk bahsiyle diziyi bitiriyorum.

 

Eşitlik ve Demokrasi Partisi’nin kurulduğu günden itibaren çoğulcu bir parti olarak kendini var etmesi önemlidir. Şıklık olsun diye merkeze alınmadı bu ilke… En başından beri karşı-hegemonya mücadelesinin, çoğulcu bir zemin yaratmaksızın verilemeyeceğini biliyorduk.

 

Hayatın bilgisi çoğul bir bilgidir. Farklı tecrübelerin, farklı bilgilerine ihtiyacı var EDP’nin. O bilgilerin tekeli EDP’de değil. EDP’yi “öğrenen parti” olarak tanımlarken bunu kastediyorduk. Tecrübenin ve bilginin sahiplerinden öğrenmeye, öğrendiklerini genel ve tutarlı bir siyasetin parçası kılmaya ihtiyacımız var. Hangi alanda ezen/ezilen ilişkisi varsa o alanın bilgisinin ve tecrübesinin parti içine taşınması gerekiyor. EDP, bütün bu alanlardaki tecrübelerin hepsinin bilgisine vakıf bir parti gibi davranamaz. Tam da o nedenle çoğulcu olmak gibi bir zorunluluğumuz var. Çoğulculuk, zorunluluk!

 

AKP, hayatın her alanında var oluyorsa ve her alana ilişkin dünya kapitalist sisteminin kendi hizmetine sunduğu bilgilere dayalı hegemonyasını esas olarak bu yaygınlıktan alıyorsa onun karşısında bizim de hayatın her alanında var olmamız gerekiyor. Vereceğimiz karşı-hegemonya mücadelemizi elbette dünya sisteminin eşitsizliğe ve sömürüye dayalı bilgi ve tecrübesine dayandırmayacağız. Bizlerin esas olarak sistem karşıtı farklı bilgilerin ve çoğul tecrübelerin yan yana duracakları, birbirleriyle etkileşecekleri zeminleri yaratmaktan başka yolumuz yok. AKP’nin yayıldığı bütün alanların alternatif bilgilerine ihtiyacımız var. Tekraren: Öğrenmeye ihtiyacımız var.

 

Buraya kadar söylenenler, okura bir anlam ifade ettiyse muhtemelen şunda da anlaşacağız demektir: Bu hakikatin bilgisine ancak müzakere ile erişebileceğiz. Müzakereci/tartışmacı bir siyasal pratik EDP için olmazsa olmazdır. Kuruluş dönemlerimizde söylediğimiz vicdan ve adalet vurgusunu tekrar hatırlatmak isterim. EDP, kurulduğu günden bu yana hakikatin, müzakere ve tartışmanın sonucunda ortaya çıkacağını söylüyor. Hakikati bilen ve yapılması gerekenleri vaz eden bir siyaset yerine farklı tecrübelerin ve bilgilerin birbirleriyle temasına önem veren bir siyasetin kurgulanması gerektiğini iddia ediyor.

 

AKP’yle mücadele ne sadece Kürt Sorununda olabilir, ne sadece Alevi Sorununda; ne sadece iktisadi mücadelelerde, ne de sadece ekolojik mücadelelerde... Bu alanlar birbirleriyle temas etmezlerse, herhangi bir tanesinde kazanılacak zemin kalıcı olmayacaktır. Bunların hepsi tarihsel sorunlar ve bu uzun tarih boyunca birbirleriyle hemhal oldular. Hangisinin nerede başlayıp, hangisinin nerede bittiğini tespit etmek ya da birbirlerinden tümüyle yalıtmak bu saatten sonra mümkün değil. Türkler olmadan Kürt meselesini, Sünniler olmadan Alevi meselesini çözemeyiz. Bu nedenle farklı hakikatlerin birbirleriyle temasını ve müzakereyi merkeze alan bir yerden kurgulanmalı alternatif siyasetimiz…

 

AKP’nin hegemonyasına karşı verilecek demokrasi mücadelesinin topyekun bir mücadele olmasının nedeni de budur. Bu mücadele salt bir AKP karşıtlığı ile yetinemez. AKP’nin hegemonyası, esas olarak sistemin yarattığı mağduriyetlerin çözümüne yönelik olarak halka sunduğu –ve özü itibariyle statükocu olan- yanıttan kaynaklanıyor. AKP hegemonyası ile mücadele, o hegemonyanın kendisini alternatif olarak sunduğu sistemle mücadele etmeksizin, o sisteme AKP’den farklı, eşitlikçi, özgürlükçü ve kendi içinde tutarlı başka bir alternatifin de olduğunu göstermeksizin gerçekleşemez. Sözün özü; AKP’nin hegemonyasına karşı, bizim karşı-hegemonya zeminimiz.

 

Sistem karşısında hegemonik bir blok kurmadıkça AKP’yi yenemeyeceğiz. Bu hegemonik bloku kurmak ise, öncelikle topluma kanal açabilmek, onun dertlerinin içinden konuşmayı başarmakla mümkündür. Hegemonya kurmak, bütün bir ülke belirli bir gündeme kilitlenmişken, tartışılan meseleye dair “yiyin birbirinizi” diyerek dudak bükmemeyi gerektirir. Siyasallaştırılabilecek hiçbir konuyu ıskalamamayı gerektirir. Kimden gelirse gelsin, ülkenin gündemine oturan her meseleyi hegemonya mücadelemizde nasıl kullanırız diye düşünmemizi gerektirir. O mücadelede kullanmak üzere söz konusu meselenin içeriğini nasıl dönüştürebiliriz, nerelere doğru zorlayabiliriz diye düşünmemizi gerektirir.

 

Yeni dönemde AKP’nin otoriterizmine karşı kurgulanacak siyaset öncelikle halkta karşılık bulacak, sahici bir siyaset olmak zorundadır. AKP’nin gerçek yüzünü halka gösterecek olan bu siyaset ise ancak eşitlikçi, özgürlükçü ve çoğulcu zeminde yapılabilir.

 

Bu yazı dizisini bitirdikten sonra yaşayan en değerli tarihsel sosyolog olarak düşündüğüm Immanuel Wallerstein’in bir yazısına rastladım. Wallerstein, Fransızların gündeme getirdiği “çoğul sol” kavramına ilişkin “eğer önemli bir politik ilerleme kaydetmek istiyorsak, fikrin özü bana tamamen doğru ve asli önemde görünüyor” dedikten sonra şöyle devam ediyordu: “İnsanlar kendileri açısından bir anlam ifade eden biçimlerde ve yapılarda örgütlendiği sürece zayıflamadık, aksine kolektif olarak güçlendik. Bunun tek koşulu, oluşturulan grupların birbirleriyle konuşmaya ve anlamlı koalisyonları hayata geçirmeye hazır olmasıdır. Bu, küreselden yerele kadar bütün düzeylerde işleyebilir ve işlemelidir de. Ama hepsinden önemlisi, bu sadece karşılıklı bir politik övgü ve yardımlaşma meselesi de olamaz. Bunun yerine, bu hareketlerin birbirleriyle uyum içinde yürütecekleri sürekli bir tartışmayı ve aktivistler arası bir çözümlemeyi gerektirir."

 

Son iki cümle özellikle önemli: Yılların mağduriyetlerini taşıyan öznelerin yan yana geldiği bir zemin elbette “huzursuz” bir zemin olacak. Öte yandan, zeminin bütün bileşenler açısından özgürleştirici bir imkan sunmasının nedeni tam da bu “huzursuzluktur”. Birbirimizi anlamak, fay hatlarımızın, hassasiyetlerimizin farkına varmak, tarihten devraldığımız o farklı –ve yer yer birbiriyle çatışan- öykülerimizi gönül ferahlığı ile birbirimize aktarmak ve bütün bu süreci ortak noktalarımızı öne çıkarmak, ortaklaşmadıklarımızda ise tartışma kanallarını alabildiğine açık tutmak üzere kurgulamak… Karşı-hegemonik bir zeminin ancak böyle mümkün olacağını düşünüyorum.

 

Wallerstein’in önerdiği siyaseti bir parti çatısı altında yapmak elbette başlı başına bir zorluk olmakla birlikte, Türkiye’de on yılı aşkındır farklı partilerde, örgütlerde tam da böyle bir hattı örmeye çalışan özgürlükçü sol ve demokrat bir fikriyatın olgunlaştığını görmek gerekiyor. Bu iradenin ve bu birikimin –elbette yapılan hatalarla birlikte, hatta onlar sayesinde!- en önemli şansımız olduğunu düşünüyorum. Fikri özgür, vicdanı özgür bir odak yaratacak olan birikim budur.





Dizi kapsamındaki tüm yazılar:



AKP ile mücadele-1: Muhatap Bahsi



AKP ile mücadele-2: Hegemonya Bahsi



AKP ile mücadele-3: Eşitlikçilik Bahsi



AKP ile mücadele-4: Özgürlükçülük Bahsi



AKP ile mücadele-5: Çoğulculuk Bahsi