Hegemonik bir partiye sahici bir alternatifin çıkabilmesinin koşullarını tartıştığımız bu yazı dizisinin dördüncüsüne geldik. En son “eşitlikçilik bahsinde” kalmıştık. Önem sıralaması olmaksızın, sacayağının diğer iki kısmından “özgürlükçülüğü” bu yazıda, “çoğulculuğu” da son yazıda tartışıp bitirmenin zamanıdır!

 

Karşı-hegemonik, alternatif siyasetin öncelikle aşılma sürecindeki eski rejimin statükocu yüzüyle bütün bağlarını koparması gerekiyor. Örneğin 19 Mayıs’ın militarist törenlerinin kaldırılması söz konusu ise, “ama”ya, “fakat”a, “bunlar şeriatın ilk adımlarıdır”a falan gerek yok: Basit bir “elbette” işi çözer!

 

Alternatif oluşturmak derdindeki bir siyaset -eğer savunduğu bir değer söz konusuysa- her durumda bir parantez açıp “ama AKP de hiç demokrat değil” gibi, kendi bağımsız politik programına bir özgüven sorunu olduğunu düşündürtecek malumu ilam cümleler kurmaz. AKP’nin zaten cepheden karşı çıkacağımız tonla uygulaması var: Başta Kürtler olmak üzere, öğrencilere ettiği zulümden, işsiz ve güvencesiz bıraktığı emekçilere, hapishanelere doldurduğu gazetecilerden, akademisyenlerden, akarsularımıza koyduğu kelepçelere kadar zaten bir dolu alanda otoriterliği ve milliyetçiliği sabit bir partiyle mücadele edecek alan ve konu sıkıntısı mı çekiyoruz?

 

Önemli olan şudur ki, bu alanlardan hangisine muhalefet edersek edelim, tasfiye edilmekte olan rejimi aklayacak ya da onu masum kılacak her türlü söylemden uzak durmalıyız. “Kategorik AKP karşıtlığı” üzerinden şekillenecek bir muhalefet, ister istemez rasyonaliteden uzaklaşıp olmadık noktalara savrulabilecektir. Savrulmaya başladı bile: Ergenekon, Balyoz, Kafes davalarını sulandırmaya dönük ulusalcı koroya eklemlenenlere bakmak yeterlidir! Ergenekon meselesi, bu ülkenin darbeci, vesayetçi yapısıyla mücadelede, an itibariyle en önemli halkadır. Henüz çözülmüş bir şey yok ve bu alan özgürlükçü bir sol muhalefetin asla terk etmemesi gereken alandır.

 

Bu davaların hukuka uygun bir biçimde görülmesini talep etmek, uzun tutukluluk sürelerine ya da Ahmet Şık örneğinde olduğu gibi açık hak ihlallerine karşı çıkmak elbette önemlidir. Fakat bunları söylerken, bu davaları başından beri itibarsızlaştırmaya çalışan ulusalcı cepheye cephane taşımak bizim işimiz olmamalıdır. Salt AKP karşıtlığı üzerinden Silivri ile tutuklu Kürt siyasetçiler için verilen mücadeleyi birleştirmeye dönük akla ziyan politikalar, sonuçta AKP’ye yarayacak olan politikalardır. Özgürlükçü solun Silivri’yle, Ergenekon’la işi olmaz.

 

Eski rejimin tarihi, bir yükler tarihidir. Ve AKP’nin en büyük şansı, o yüklerle kendisi arasında hiçbir ilişkinin olmadığına, bu halkı inandırmış olmasıdır. Dersim tartışmasını hatırlayın: Erdoğan’ın Kılıçdaroğlu’na olan en büyük üstünlüğü sırtında yumurta küfesi olmamasıydı. Rahatlıkla özrünü diledi. Bir kez daha görüldü ki, CHP o tarihin bütün yüklerini taşıdığı müddetçe her konudaki yarışa, her zaman AKP’nin 100 metre gerisinden başlayacak. Erdoğan, bu tarihten özgür… O’nun ve AKP’nin aşil topuğu geçmişte değil bugünde… On binlerce Dersimli için –yarım yamalak da olsa- özür dileyen Başbakan’ın Uludere’de ölen çoğu gencecik 34 Kürt yurttaş için neden özür dileyemediğini biliyoruz: En tepesinde bir muktedir olarak kurulduğu devletin avukatlığını yapma görevi artık Erdoğan’da…

 

Çıkarılacak ders bence açıktır: AKP karşıtlığımız, bizi asla mağduriyetler üretmiş bu tarihe ve toplumun geride bırakmak istediği o yüklere sahip çıktığımız izlenimini doğuracak yanlışlara itmemelidir.

 

AKP karşıtlığımız, bizi paralize etmemelidir. Ayhan Çarkın’dan başlayan Eymür’e uzanan ve pekala Ağar’a, Çiller’e, Güreş’e uzanma ihtimali de olan bir süreç başladığında, ikirciksiz bir şekilde bu sürece müdahil olan ve süreci sonuna kadar zorlayacak bir siyaseti devreye sokmalıyız. Evren ve Şahinkaya’ya dava açıldığında “AKP 12 Eylül’le hesaplaşamaz, onunla ancak bizim iktidarımız hesaplaşabilir” gibi boş-gösteren cümleler kurmak yerine, o süreci 12 Eylül rejiminin halen yaşayan bütün kurum ve kurallarının tasfiyesine doğru zorlamayı hedefleyen bir siyasettir ihtiyacımız. Bu süreçleri sonuna kadar zorlayacak olanın AKP olduğunu düşünmüyoruz herhalde! Onlar, bugüne kadar yaptıklarını yapacaklar ve bütün bunları, güç mücadelelerinin pazarlık unsuru olarak kullanacaklar. Demokratikleşme mücadelesi, özgürlükçü solun toplumsal baskıyı örgütleyebildiği oranda –ve ancak o oranda- başarıya ulaşacaktır.

 

İşte Eşitlik ve Demokrasi Partisi bunları yapıyor. EDP kendi gündemine güvenen, kendi gündemini bir başkasına -yani AKP’ye- ayarlamayan, reaktif değil pozitif bir siyaset yapıyor. Ufak ama söylemek istediğimi iyi anlatan bir örnek verebilirim: Evren ve Şahinkaya’ya dava açıldığında “buradan bir şey çıkmaz” demiyor; onun yerine EDP İzmir İl Örgütü açıklama yaparak “savcıya konuyla ilgisiz başka dosyalar yüklemeyin; işini yapsın” diyor. Geleneksel sola bıraksanız bizim bu tavrımızı “AKP’den medet umuyorlar” diye değerlendirirler. Umurumuzda değil!

 

Eşitlik ve Demokrasi Partisi, en başından beri yüz yıla yakın tarihiyle yapısallaşmış, kök salmış eski rejimin tasfiyesinin zorunluluğunu -ve zorluğunu- idrak eden ve bunun için mücadele eden bir partidir. AKP’nin seçim sonrasındaki faşizan baskı politikasına bütün gücüyle karşı çıkarken, bu çizgisinden hiçbir sapma olmayacaktır.

 

AKP’ye alternatif bir siyaset, özgürlükçülüğe alternatif bir siyaset demek değildir!


Dizi kapsamındaki tüm yazılar:

AKP ile mücadele-1: Muhatap Bahsi

AKP ile mücadele-2: Hegemonya Bahsi

AKP ile mücadele-3: Eşitlikçilik Bahsi

AKP ile mücadele-4: Özgürlükçülük Bahsi

AKP ile mücadele-5: Çoğulculuk Bahsi