Bayramdan önce uyuyan oğlumun başına dikildim dedim ki hadi gel, Ahlat Ağacı’na gidelim.

Ne, dedi avazı mı çıkmış gibi, kim?

Yok be dedim, hani gidecektik ya, Ahlat Ağacı filmine, ona gidelim.

Elini uzattı bana gülümseyerek; uyandığında şayet zamanlı uyandırdıysam mutlu uyanır. Yoksa odasından kovar beni.

Yani öyle defol git, demez ama ters bir şey söyler, ben de ateş almış gibi hop, sekerek uzaklaşırım yanından.

Sevdiğim insanlarla sürtüşmek hoşuma gitmez.

Her neyse o sabah ayarında uyandırmıştım çocuğumu, o elini uzattı ben öptüm. Sonra kalktık birlikte sinemaya gittik.

Son gittiğimiz film çıkışında beni azarlamıştı. Ukalasın demişti. Kibirlisin.

İnsanlara onlar aptal, tek zeki senmişsin gibi davranıyorsun. Ayıp.

Bu sefer beni bu konuda uyarmadı. Sanırım uysal bir kız çocuğu gibi sakindim.

Bilemedim.

Belki de kimse benim ayarlarımı bozacak bir şey yapmadı.

Ahlat Ağacı filmi 3 saat sürüyor bilmem, biliyor musunuz?

Filmin çıkışında sordu, nasıl buldun?

Yani dedim, fena değil, gereksiz uzun diyaloglar var. Elbette yönetmen ve senaristin tercihi, isterse 6 saatte film çeker ama bana göre acemi oğlanın laf yarıştırması gibi olmuş, hiç gerek yoktu, dedim.

Biraz sindirmem lazım, diye ekledim.

Ukalasın dedi, ödüllü adam, eleştirmek için eleştiriyorsun, dedi. Ayıp, yapma.

Hayır ya, dedim ne alakası var.

Bir kere şanslı bir adam olduğunu düşünüyorum, Nuri Bilge Ceylan’ın. Bunu siz okuyucumla paylaşıyorum. Çünkü yapımcısı olan Zeynep Özbatur Atakan, yönetmeninin filmlerini yurt dışında gayet güzel pazarlıyor.

Ben her şeyin bende bıraktığı duygusuyla ilgileniyorum. O yüzden filmden bana çarpanları anlatmak istiyorum.

Bir kere yapımcısı için çok masraflı olsa da mevsimleri takip etmesi hoş olmuş yönetmenin. Sonbahar ve kış aylarında filmi çekmek, o zamanlardan kareler almak harika olmuş, filme duygu katmak açısından.

Yönetmen hep aynı görüntü yönetmeniyle çalışıyormuş. Bu artık bir ekip olduklarını kelimelerin duygusunu diğerinin görüntülemekte usta olduğunu gösteriyor.

Ahlat Ağacı filminde bir aile var.

Taşrada yaşıyorlar.

Taşranın durağanlığı onların da üzerine sinmiş.

Oğulları üniversiteyi bitirip eve geldiğinde, kimse poposunu kaldırıp oğlana hoş geldin demiyor. E çünkü oğlan Çanakkale’de bitirmiş okulunu, onlarda oraya bağlı küçük bir yerde yaşıyorlar.

Dönseler kuyruklarını iki saniyede tutacakları yerde yaşayınca insan, hiç hareket etmek istemiyor belli ki.

Taşrada o yüzden zaman da yavaş akıyor.

Ailenin babası taşranın ruhuna aykırı bir tip olduğu için ne çevresi tarafından ne de ailesi tarafından sevilmiyor.

Aslında diğer insanlar gibi işine gidiyor, kumar oynuyor, evine az para götürüyor, bir hayali var. Sadece kendini değil ailesini de o hayali gerçekleştirip içinde yaşatmak istiyor.

Kendi öz babası dahil karısı, çocukları onu küçümsüyor. Çünkü oynadığı kumarda hiç kazanmıyor. Hep kaybeden o. Ve insanları umursamadan kaybediyor. Bu da etrafındakilerin sinirini bozuyor.

Karısının ailesi maddi yardım ediyorlar o yüzden kendi sefilliklerine rağmen damatlarına yardım etmek onlara iyi gelse de gelmiyormuş gibi şikayet ediyorlar. Damatları üzerinden ve hatta kızlarına acıyarak hayatın son günlerinin tadını çıkarıyorlar. Çünkü işe yarıyorlar.

Kumarbaz öğretmen babanın babası da sonuçta işsiz güçsüz yaşlı hayatın posasını çıkarıp bir köşeye attığı bir adam. O da oğlunun hayaline yani kuyu açmasına yardım ediyor. Onu azarlıyor küçük bir çocuk gibi. Böylece hem hüküm süreceği bir alan hem de bir meşgale buluyor.

Sinir bozucu bir gülüşü var herkesin sinir olduğu öğretmen babanın. O da insanların kendisine kıl olduğunu en çok hissettiğinde öyle gülüyor zaten. Değerli diye bir köpek vardı. Çizgi filmin birinde bir bildiği varmış gibi ağzını çarpıtır gülerdi. İşte öyle gülüyor adam. Kıh kıh diye.

Oğlu, belki de yaşadığı döngüyü kıramazsa babasına dönüşeceğine korktuğundan ona kızgın.

Şayet evin içinde annenin gözünde artık babanın itibarı yoksa bunun nedeni ekonomik nedenler ya da cinsel soğukluk olabilir. Kesin sebebi artık Allah ve eşler bilir genelde. Gölgesi çocukların üzerine düşer. Huzursuzluğunu, hep birlikte yaşarlar.

Burada belli ki ekonomik nedenler yüzünden annenin gözünde kocanın pek itibarı kalmamış, bunu fark eden çocuklar, özellikle evin kızı, babasına annesi gibi küçümseyici davranıyor.

Oğlanın kaygısı ile kızınki farklı.

Kız annesini taklit ediyor bilinçsizce, oğlan geleceğini görüyor.

Annesine de kızgın oğlan. Babasını şikayet etmek istediğinde diyor ki, ya bırak Allah aşkına; kaçıp evlenmişsin adamla, başka birini bulamadın mı? Bana mı sordun, onunla evlenirken?

O zaman kadın yumuşuyor. Baban farklıydı diyor. Herkesten güzel konuşurdu. Kelimeleriyle etkilerdi insanı. Hala öyle. Ben 16 yaşındaydım. Etkilenmiştim.

Oğlan annesine o kadar sert davranmasına rağmen yüzüne söylemediği en güzel kelimeleri yazdığı kitabının kapağına yazıp annesine hediye ediyor.

Annesi güya duygulanıyor. Senin için hep farklı dediler. Bundan bir şey olmaz dediler. Ben hiç umudumu kesmedim. Biliyordum, bir gün bir şey olacağını biliyordum.

Oğlu hiç alınmıyor, annesinin dediklerine. Askerden geldiğinde büyük çabalar harcayıp bastırdığı kitapların annesinin ve kardeşinin ihmali sonucu evin en atıl köşesinde çürümeye atıldığını görüyor. Yağmurdan ıslandığına şahit oluyor.

Hayatın kendisi, aslında insan da zıtlıklardan oluşur.

Biz zıt duyguların arasında gidip gelirken var oluruz.

Buradaki anne de hem kocasına kızıyor hem de onu oğluna karşı koruyor. Hem kalkıp yemek hazırlamayacak kadar önemsemiyor ailedeki yerini, hem de evlendiği adamın diğer kızların kocalarından farklı olduğunu hülyalı gözlerle anlatıyor oğluna.

Oğlunun kitabıyla gurur duyuyor onu onore edecek kelimeleri doğru seçemese de.

Kocasının kelimeleriyle gurur duyup onunla evlense de, ailesinin tek yazarı olan oğlunun kitabını okumuyor bile.

Baba emekli olunca evi terk ediyor. Maaşı zaten karısına veriyordu. Emekli ikramiyesini de ona bırakıp, doğasına karışıp onu eleştiren insanlardan kurtulmak için belki de hayalini gerçekleştirmeye gidiyor.

Bir kuyu açıp kimseye muhtaç olmadan doğanın içine iyice karışmak onun hayali.

Hala su çıkaramadığı kuyusuyla ilgilenirken buluyor oğlu babasını.

Sohbetleri sırasında bastırdığı kitabını, tek okuyanın babası olduğunu öğreniyor oğlan.

Adam, okumaz mıyım rehberim benim diyor, kitap için, yanımdan hiç ayırmıyorum. Benim için üstü kapalı yazdıklarını da anlamadım sanma.

Oğlan şaşkın, yok o öyle değil aslında diye kıvırmaya çalışıyor.

Vay be diyor, sonunda bir tek sen okudun kitabımı.

Biz bu hayatta, içinden çıktığımız şeyin onayını almak için çaba harcarız.

En büyük yaralarımızı ailemizin fertleri açar.

İçinden çıktığımız kabuktan daha büyük bir dünya yaratmaktır amacımız, o yüzden bu filmin oğlu; babası onun ilk yarattığı tek yarattığı şeyi kabul edince, o da teslim oluyor.

Babasının hayaline ortak olup gidip kuyunun dibindeki taşları ayıklıyor.

Su çıksın diye.

Dinle ilgili farklı bir şey söylemeyen gelenekçi imam, sorgulamayı seven imam ve bizim oğlan arasında geçen yaşadıkları yeri, dağ tepe yönetmenin gezdirerek sohbet ettirdiği; böylece o sohbeti kuru sohbet olmaktan çıkarıp gerçek havasına büründürmek istediği, ama başarılı olamadığı bir sahne var.

Bir de yazar olup hayatında farklı bir çizgiye oturmak isteyen oğlanın kendisine örnek aldığı aynı çevrede yaşamış ve ünlü bir yazar olmuş kişiyle yaptığı sohbet var.

Çok insani ve film karakterini sahici yapan böylece filmi de muhteşem bir noktaya taşıyan sahnelerden biri buydu.

Hayran olduğu yazarla sohbet ederken karakterindeki huzursuzluk yüzünden, öfke yüzünden onunla da kavga ediyor genç adam.

Genç olmak demek içindeki büyük boşluğu en fazla hissettiğin zaman demek, o boşluğun kenarında elinde gerçeklerin durmak demek.

Her şeyi en net gördüğün ama onları nasıl kullanacağını bilemediğinin huzursuzluğunu yaşadığın zamanlar demek gençlik.

En beğendiği yazara aklına eseni söyleme özgürlüğünün hazzını yaşayan bizim filmdeki oğlan da yazar tarafından isyana gelip azarlandıktan sonra köprünün ortasına gelip oradaki heykellerden birinin kırık kolunu gizlice çaktırmadan suya atıyor. Yaşadığı şehre hınç duyduğu için yapıyor bunu belki de.

Ama insanlar bunu fark edip peşine düşüncede en büyük korkak gibi şahane bir şekilde kaçıyor.

Bu filmin en kahramanı ve en gerçek kişisi bu oğlan çocuğu, o kadar sahici yazılmış ki.

Çünkü kusurları var kahramanın.

Bir de bir sahne var, güzel ama sahici değil.

Sadece renk olsun diye filme atılmış bir sahne.

Filmin kahramanı olan çocuk öyle işsiz güçsüz yeni okul bitirmiş, yaşamının geçtiği sokaklarda boş boş yürürken, okuldan kız arkadaşı sesleniyor.

Burası taşra ama insanlar öyle Anadolu’nun en derinlerinden ses vermiyorlar. Merkeze yakın bir taşra olduğu için daha –bize yakın- demeliyim belki de konuşmaları refleksleri.

Kız köylü kıyafetleri içinde şehirli kız edasıyla oğlana sesleniyor. Naber, ne yapıyorsun bu aralarda diyor.

Alaycı bir havayla konuşuyor oğlanla. Sonra birden hava donuyor sanki. Oğlanla kız donuyor. Rüzgar esmeye başlıyor sonra. Kız diyor ki sigaran var mı? Şu ağacın arkasına gel.

Sohbetin arasında uzaklara bakıp gülümsüyor kız. Sevdiği adamla değil bir kuyumcuyla evlendireceklermiş, o yüzden kendi kaderiyle alay ediyor, oğlana geleceğini anlatırken. Konuşmasında metafor kullanmış sürekli senarist.

Kız uzaklar hem yakın hem de çok uzak diyor, oğlanın dudaklarından öpüyor sonra.

Başka bir yöresel kıyafetli kadın beliyor uzakta, kızın adını sesleniyor. Su almaya gelen kız aceleyle oğlanın yanından ayrılıyor.

Bizim oğlan filmin sonunda diyor ki Ahlat ağacını hep bize benzettim; dedem, sen ve bana. Uyumsuz, yalnız, şekilsiz.

Güzel günlerde görüşelim ve görüşmelerimiz iyiliklere vesile olsun.