Bu sabah “Osmanlı İmparatorluğu ve Abhazya Krallığı” başlığı altında bir yazı okudum. Yazıyı okurken sürgünde, arafta kalmış bir ruh olduğumdan herhalde Abhazya Krallığı cümlesi hoşuma gitmişti. Sonra Ertuğrul-Diriliş dizisinde ilkel bozguncu gibi tarif edilen, şamanlığı rezil kan sever bir büyücülük gibi gösteren senarist aklının yarattığı Moğolların canım Abhaz Krallığı’ma ilk bozgunu yaptığını öğrendim.
Moğollar Abhaz Krallığının sonu olmuş. Adige halkları içinde en eski olan bu krallığın 5 bin yıllık hükümranlıkları Moğollar tarafından tarumar edilmiş. İ.S. 700 yıllarından itibaren Karadeniz kıyılarının en güçlü krallıklarından biri olan Abhazya krallığı Arap, Pers, Bizans, Osmanlı ve Rusya’nın egemenliği altına girmiş. Osmanlı İmparatorluğu’nun Karadeniz’de 375 yıllık hükümranlığında inşa ettirdiği ilk kale Sohum Kalesi olmuş.
1992-1993 yılında Abhazya-Gürcistan savaşından sonra Abhazlar yeniden bağımsızlıklarını ilan ettiler. Böyle de bir hızlı geçiş yapmış köşe yazısının sahibi Yeşim Trapsh, ben de fazla bilgi sahibi olmadığım için aynen hızla bugüne dalıyorum.
Yazıyı okurken, ben neden buradayım diye sordum kendime. Gençliğimde Adige insanı ikiye ayrılırdı. Dönüşçüler ve Kalışçılar. Bazıları düşüncelerini eyleme dönüştürdü. Gidip ana vatanlarına yerleştiler, orada kendilerine hayat kurdular.
Ben hiç ilgilenmedim bu konularla, çünkü hiç hissetmedim, o duyguyu. Arafta olduğumu hep biliyordum ama bunun nedeninin dünya insanlarıyla ilgili olduğunu düşünüyordum. Ben hiç kimseyi hiçbir yeri sevmeyenlerden ve ait hissetmeyenlerdendim. İç sıkıntısıyla doğmuştum ama neye sıkıldığımı bilmiyordum.
Kocam dönüp vatanına yerleşmemesinin sebebi olarak beni gösteriyor kendine çünkü ben kabul etmezmişim. Bu konuyu kendi aramızda o zamanlar hiç konuşmadık ama düşünce özetimiz konuşmaya mahal bırakmıyordu.
Kocam ailesinin parasıyla çocukluk arkadaşlarıyla orada iş kurup kendi gitmeden önce geleceğinin zeminini hazırlamak istedi. Ama uzaktan dahil olmadığın işi kurup yürütmek imkansız olduğu için sadece aracı olduğu insanların hayatında yeni bir sayfa açmalarına vesile oldu.
Her neyse bugün kendimi o yazıyı okurken yabancı hissettim. Hain çapulcu Moğolların krallığımı toz duman ettiği, Osmanlı gelip ahalimi esir aldığı, sonra Rusların topraklarımdan sepetlediği bir ırkın evladı olarak sinirlerim gerildi.
Haberlerde geçiyor, AK Parti de kongreye gidiyormuş, Davutoğlu’nun yerine aday olacaklar listesinde Berat Albayrak, partisini feshedip AK Parti’ye katılan Numan Kurtuluş’un adını falan okuyunca, lan dedim ne duruyorsun burada, salak salak, git kendi vatanına.
Kocam banyoda tıraş oluyordu, gittim başına, kapıda durup, elimi kapının pervazına yasladım. Eskiden klozete oturur ona Ahmet Altan yazıları okurdum. Şimdi gazetelere küs olduğumuz için banyoda öyle entel sohbetlerimiz olmuyor, onu tıraşıyla baş başa bırakıyorum. Ben Kafkasya’ya yerleşiyorum dedim. Oranın vatandaşı olacağım.
Hımm dedi, kocam, çenesine tıraş köpüğünü yayarken, sadece vatandaş olmakla bitmez, ne yiyip içeceksin.
Patates, fasulye, biber dedim.
“Tamam, mısır ekersin, bahçenin bir köşesine de” dedi, mısır unu yaparsın sonra, ekmek yerine mamursa yersin artık. Bir de inek al, peynir falan yaparsın.
Evet dedim, tohumların parasını da yazılarımdan kazanacağım.
“Hı hı” süper dedi.
Çayı demlemek için yanından ayrıldım. Hayallerimi yalnız başıma kurmak en iyisi gibi geldi bana.
Çocukluğumda anneannemin köyüne giderdik. Bazen annemler biz çocukları bırakır geri dönerdi. Ekmeği anneannem sobada pişirirdi. Hiç sevmezdim. Hep taze fasulye yerdik. Mamursa temel yemeğimizdi. Yeşil biber domates boldu. Kuskus pilavı vardı. Üzerine keş rendelerdi anneannem, onu çok severdim. Hala evimde pişiriyorum bazen. Yumurtaya da koyardık o peynirden.
Anneannem evin arka bahçesinden taze fasulye, biber, domates toplamamıza izin verirdi. Kümesten yumurtaları biz alırdık. Bazı gıcık tavuklar vermek istemezdi. Yüzüne atlardı insanın almaya kalktığınızda, bir sürü yumurta olurdu altlarında oysa. Meğer onlar kuluçkaya yatmış tavuklar olurmuş. Sonra öğrenmiştik tabi. Bayılırdım samanların arasından yumurta toplamaya. Anneannemin bir silindir tahtadan kutusu vardı. Sedirin altında dururdu. Orada yine saman vardı, içinde saklardı yumurtaları.
Bazen köye çerçi gelirdi. Anneannem o kutusunu alır, diğer köy kadınları gibi çerçinin arabasının yanına giderdi. Biz de peşine takılırdık. Kadınların etrafını sardığı arabanın içindekilere bakabilmek için kadınların arasından başlarımızı uzatır bakardık. Tekerlekli AVM gibiydi, her şeyden birazcık vardı. En çok kumaşları severdim, top top rengarenk kumaşlar olurdu adamın arabasında. Tencereler, tavalar, bardaklar, tabaklar, kadınlar tüm yenilikleri çerçinin arabasından takip ederlerdi.
Anneannem bir keresinde bize basma yeşil üzerine çiçekli uzun etek dikmek için basma almıştı. Başında beyaz tülbentini tükürüğü ile ıslatmış sonra kumaşla birleştirip çekiştirmişti. Kumaşın ne kadar boya verdiğine bakmıştı. Annem bize o kumaştan etekleri fırfırlı beli lastikli kardeşimle bir örnek etek dikmişti. Eteği hiç unutmuyorum çünkü benim sevgili kardeşim köyün meydanına asılmış evlerin ortasındaki kocaman dut ağacındaki salıncakta sallanan bendeniz salıncaktan inmemekte inat edince o yeşil eteğimi hırsla çekmiş beni salıncağın tepesinde, köyün meydanında külotla bırakmıştı.
Biraz manyaktı, özellikle bana karşı, sabahları geceliğimin fiyonklu askılarını çözer yataktan nü kalkmama gülerdi. Ben her seferinde yer, ağlayarak anneme şikayet ederdim. O da sen ablasın, patlat bir tane sızlanma derdi. Ben patlatmaya kıyamazdım, daha doğrusu doğam da patlatmak yoktu, sızlanmaya meyilliydim. O beni sızlatmaya bayılırdı.
Her neyse işte, şimdi yeni sayfamı Abhazya’da açayım diyorum. Artık salya sümük dolaşan bir abla değilim. Yolumda ilerken tanrıya bin şükür hep değiştim. Değiştikçe daha çok yalnızlaştım.
Hayalim tek başıma huysuz yaşlı bir kadın olarak ölmek. Bu konuşkanlığımı da insansız yazılarımda tüketmeye meyilliyim.
Güzel günlerde görüşelim.