12 Eylül 1980 sabahı gördüklerimiz bir yanılsamaydı. Bu nedenle, neyi gördüğümüzü değil, neleri göremediğimizi anlatmanın daha yararlı olacağını düşünüyoruz.

Her gün akan kanların insanları büyük bir güvensizliğe sürüklediği günler yaşanmaktaydı. Ne acılarla akşam olacağını kestirmek olanaksızdı. Böylesi duygularla dolu bir güne kulaç açarak, Güneş ışınları doğayı aydınlattığı zaman, yataktan kalkıp hemen yanımızda bulunan okula geldim. Radyoyu açar açmaz, Türk Silahlı Kuvvetleri’nin yönetime el koyduğunu öğrendim.

“Kurtulduk”, “akan kanlar duracak”, “herkes güven içinde işine gidip gelecek”…türünden sözler uçuşuyordu insanların dudakları arasından. Birçok insan, sessiz, her yerin süt liman olmuş gibi göründüğü yeni bir güne başladığı düşlerinin tozu dumanı içinde, yaşamını allak bullak edecek bir fırtınanın koptuğunu bilememekteydi. Yüz binlerce insanın gözaltına alınarak işkenceli sorgulardan geçirileceğinden, yüzlerce insanın işkenceli sorgular nedeniyle can vereceğinden, yalnızca Türkiye Cumhuriyeti tarihine değil, insanlık tarihine kara bir leke olarak geçen, bugüne değin hesabı sorulmayan, etkileri süren işkenceli tutukevi uygulamalarının kapımızı çaldığını bilemiyorduk. Ülkeyi kan gölüne çevirenlerin, bizi kurtarmaya geldiğini ileri sürenler olduğunu, yönetimlerinin yapılarını, kanla, gözyaşlarıyla ayakta tutma çabasıyla bu girişimde bulunduklarını sezinleyememiştik. Ülkesinden kaçmak zorunda kalan 30 bin kişi, yakılan, yok edilen 39 ton kitap, gazete, derginin, bilinç dünyamızı, ülkemizi 50 yıl geriye sürükleyeceğini anlayamamıştık. Geniş halk yığınlarının büyük çoğunluğu, 30 yıl sonra yaşamımızı, çağdaş bir ülke olmamızı engelleyen, Cumhuriyet tarihinin en ulusalcı, en askerci Anayasanın getirileceğini sezinleyememişti. Toplumun aydınlıktan, ilerlemekten, demokrasiden yana olan tüm kişilerinin etkisizleştirileceğini, kurumlarının budanacağını aklımızın ucundan geçirmemiştik.

1.5 milyon insanın fişleneceğini, milyonlarca insanın bu amaçlar için kullanılacağını akıl edememiştik.

Yurttaşların mallarını, canlarını korumakla yükümlü olan devletin gözetimi altında 183 kişinin belirsiz nedenlerle hücresinde ölü bulunacağını düşünmeyi bile yakışıksız bulmuştuk. İnsanı asmanın hukuk sistemlerinden çıkarıldığı bir dünyada, Sıkıyönetim Mahkemeleri’nin yüzlerce idam kararı vereceği, bunlardan 49’unun yerine getirileceği kimsenin aklına gelmemişti. Adım başı polis, jandarma, askerlerle, güvenlik uygulamalarının yaşamımızı ne denli tatsızlaştıracağını algı dünyamıza yerleştirememiştik.

Hiçbir askeri darbenin, yalnız biz değil hiçbir ülkeye demokrasi, özgürlük, insan hakları getirmediği gerçeğini unutmuştuk. İnsanların en doğal hakları olan yönetime katılma, yönetenleri denetleme edimlerinin yerle bir edileceğini düşünememiştik.

Çok sonraları yönetime el koymayı, “Bir yıl önce tasarlamıştık. Ama koşulların olgunlaşmasını beklemiştik.” diyenlerin, 12 Eylül 1980 sabahı gözümüzün içine baka baka yalan konuştuklarını, aklımızın köşesinden bile geçirememiştik. Toplumsal olayların bu koşulların olgunlaşması beklenilen dönemde zirve yaptığını anlayacak durumda olamamıştık.

Oluk oluk akan kanların bir günde nasıl durduğunu sorgulama yerine, bu durumu birilerinin başarısı olarak görme aymazlığı içindeydik.

Solcu denilenle sağcı denilenleri, aynı silahlarla kırdıran buyrukların, aynı yerlerin verdiğinin ayırdında değildik. Kan akıtanların, siyasal çıkarlarını sağlamlaştırmak için gerekçe oluşturduklarını anlayanların sayısı çok azdı. Kanla beslenenlerin kirli oyunları anlaşılmış değildi. Bu kargaşadan sorumlu tutulması gerekenleri en yüksek görevlere taşıma sürecinin geldiğini görememiştik.

Öğrencisi, yazarı, çizeri, aydın geçinenleri, işçisi, köylüsüyle ezici çoğunluğun, ellerini kafalarına vuracakları yerde birbirlerine vurma bilinçsizliği içinde oldukları gözlerden kaçmadı.

Sevinçler uzun sürmedi. 12 Eylül 1980 sabahı neleri göremediğimizi kısa sürede anlamaya başladık. Kan akıtanların bir yönetme oyunu sergilediklerini bilmeyen büyük halk yığınları yine derin uykusundaydı. Bu kanı akıtanların gerçek yüzlerini göremeden onları alkışladıklarını anlamak uzun yıllar aldı. 41 yıl sonra, Henüz bu derin uykulardan uyanamayanların olduğu bir gerçek.

“Kurtulduk” diyenler, bir kuşağın neredeyse yüzde doksanının evinin, yuvasının yıkıldığını, bir süre sonra anlamaya başladılar. Bin bir çabayla kurulan yaşama düzenlerinin yerle bir edildiğini gördüler.

12 Eylül 1980’de silahlı kuvvetlerin ülke yönetimine el koyması kaçınılmaz değildi. Kaçınılmaz olan(!), yönetime el koyarak, halkın sindirilmesi, çıkarlarının pekiştirilmesiydi. Bu ülkenin insanları, neleri niçin çektiğini anlamakta oldukça başarısız .İnsanımıza kan kusturan karanlık güçlerin ipliğini pazara çıkaracak gerekli tepkiler sergilenemedi..

Hukuku, evrensel hukuk kurallarını bir yana bırakarak kendi acımasız kurallarını uygulayanlar, bu toprakların insanlarına, bu karanlığı yaşatanlar da, bir gün bunların kamuoyunun bilincine taşınacağını, oynadıkları bu oyunun yüzlerine vurulacağını düşünememiş, toplumun bu olayla yüzleşmeyi gündeme getireceğini akıllarının köşesinden geçirmemiş olsalar gerektir.

Bu toprakların insanı, bir gün bu utançla yüzleşmeyi başaracaktır umudumuzu yitirmemekte yarar var.

41 yıl sonra, 12 Eylül 1980 sabahında yaşananlar gibi gördüklerimizin yanında, çok sayıda göremediklerimizin olduğunun bilincine varmak gerekmekte.