Eşit gelişmenin sağlanamadığı dünya yüzünde insanın doğuştan getirdiği haklarının hukukî güvence altına alınması insanın haklarıyla yaşayabilmesine dair yaşamsal bir mesele. Baskıya, zulme ve sömürüye karşı hak ve emek mücadelesinin ise özellikle de endüstrisi devrimi ile geçilen yeni toplumsal düzende hızlanarak günümüzde kadar geldiği gerçek. İnsanlık tarihine bakıldığı vakit hak kavramı en çok ezen-ezilen, yöneten-yönetilen, devlet-vatandaş, işçi-işveren ilişkisinde ete kemiğe bürünür.

Bütün insanların hür, haysiyet ve haklar bakımından eşit doğduğu dünyada demokratik ve sosyal haklar mücadelesi ana hatlarıyla kulluğun köleliğin, işkencenin yasaklanması; herkese yetecek kadar ekmeğin olduğu dünyada yoksulluk ve açlığın giderilmesi, yolsuzluğun önlenmesi, gelir dağılımındaki adaletsizliğin ortadan kaldırılması; insanî koşullarda çalışma, greve çıkabilme; âdil yargılanma, mahkemelerin bağımsızlığı, masumiyet karinesi ilkelerinin evrensel hukuk normu olarak yerleşmesi; herkesin parasız eğitim ve sağlık hakkından yararlanabilmesi; toplantı ve gösteri yürüyüşü yapılabilmesi; haber alma hakkının ve ifade hürriyetinin sağlanması ekseninde yürür. Barış ancak bu hakların kullanılabildiği ve fırsat eşitsizliklerinin giderildiği ölçüde gerçekleşir. 

Genel tanımıyla evrensel ve sosyal insan hakları olarak sayabileceğimiz haklar bağlamında insan, toplum, ekonomi, hukuk, emek, kültür, tarih ve siyaset gibi olgu ve kavramlar, farklı disiplinler birbiriyle iç içedir. Bu bileşkede küresel kapitalizmin pazar ihtiyacının ve daha çok kâr çılgınlığının yarattığı çatışma ve eşitsizlik ve de devlet(ler)in tarihsel ve ideolojik yaklaşımı, sosyal güvenliği ve sosyal adaleti sağlayıcı politikaların geliştirilip geliştirilemediği, yasaların, kanunların evrensel niteliği, yargı kararlarının adaleti sağlayıp sağlayamadığı temel mesele olarak karşımıza çıkar. 

Anayasaların aslî kurucu iktidar tarafından hazırlanırken veya tâlî kurucu iktidar tarafından değiştirilirken insan haklarının, sosyal hakların merkeze alınıp alınmadığı ve bu haklar güvenceye alındıysa bile “bazı durumlarda askıya alınma” gerekçelerine dair madde ve ibareler ya da devlet için bireylerden beklenen görevler yalnız anayasanın türü hakkında bilgi vermez, o ülkede hem rejimin özünü hem de demokrasinin kalitesini belirler.

Bir toplumun nasıl yönetileceğini hukukî olarak güvence altına alan anayasaların yapım süreciyle birlikte işin pratik alanında siyasî erkin ya da hükûmet(ler)in uygulamaları, egemenlerin eylem ve söylemleri de hayatın olağan akışı içinde devletin/hükûmetin evrensel insan hakları politikasındaki tutumunu gösterir. Yine siyasal muhalefet olmak üzere, meslek kuruluşlarının, sendikaların aktifliği, toplumsal kesimlerin duyarlılığı, etkin kamuoyu, örgütlü toplum, sivil toplum kuruluşları yöneten- yönetilen ilişkisinde mücadelenin tarafı olan ana aktörlerdir.  

Türkiye’de devlet yönetimi alanında 2007’de anayasada yapılan değişiklikle cumhurbaşkanının TBMM yerine halk tarafından seçilmesi hükme bağlandı. Simgesel bir makamda oturan cumhurbaşkanı 2014 Ağustos’undan sonra fiilî olarak meydanlarda görünmeye başladı, teamüllerini oluşturma amacıyla tam bir siyasî figür olarak sahneye çıktı. Artık yeni adresi Çankaya Köşkü değil gösterişli Saray’dı. Örtülü ödenek çıkarılan cumhurbaşkanının yürütme konumundaki bakanlar kurulunun yetkilerini fiilen kendisine devretmesi, bir süre sonra tarafsızlık ilkesine resmen son verilerek bir parti başkanı sıfatıyla hareket etmesi; sorunları olsa da o güne kadar parlamenter hükûmet sisteminin özelliklerini taşıyan sistemi kilitlemedi yalnız. Bekleme odasına alındığının ilânıyla parlamento etkisiz kılınırken denetim mekanizması olan kurumlar işlevsizleştirildi.

Bununla birlikte toplumsal yaşamda ve doğrudan bireylerin yaşamında yıkımlar travmalar ortaya çıktı. Barış Bildirisi’ni imzaladığı için görevinden ihraç edilen akademisyen, eğitim hakkı elinden alınan öğrenci, Büyükada’da gözaltına alınan insan hakları savunucusu, vatandaşlıktan çıkarılmak istenen vatandaş, ekrandan tehdit edilen gazeteci, hakaret davası açılan yurttaş, yarım porsiyon denilen aydın birkaç örnek… Dışlama, karalama, ötekileştirme içeren söylemlerin hemen ardından eyleme geçilerek kolluk güçlerince, yargı birimlerince, idari kurumlarca “gereğinin yapıldığı” bu insanların yaşamı altüst oldu. Askerî vesayetin sonlandırılması iddiasıyla iktidara gelen zümre sivilleşmeden bahsederken “devletin başı” bu denli insanların yaşamlarına zuhur edebildi.

Partili cumhurbaşkanının sırf söylem-eylem boyutunda böyle bir altüst oluş yaşanırken genel politikaların uygulama sahasında Kürt sorununun demokratik yollarla çözümünden vazgeçilerek başlayan çatışmalı dönemde sokağa çıkma yasağı konulan Kürt illerinde büyük can kayıpları yaşandı. Cinsel istismarı yasal hâle getirme çabaları, vakıf yurtlarındaki, imam-hatip okullarındaki cinsel istismarcıların korunup kollanması, üniversiteler üzerinde oluşturulan siyasî hegemonya, meydanların, yolların, yürüyüşlerin, söyleşilerin, tiyatroların, konserlerin yasaklanması “yeni rejim”in geleceğine dair fazlasıyla fikir veren gelişmeler. Nitekim toplumsal barışı zedeleyerek kadınları sosyal hayattan dışlamaya çalışan zihniyetin eyleme geçmesi, cenazeleri bile gömdürmemek için yapılan ırkçı saldırılar, üniversitelerde akademisyenlerin katledilmesi, muhbir vatandaşların türemesi, ekran programcılarının ölüm tehditleri yaratılan bu baskı ortamından veya gerilimi yüksek kutuplaştırıcı siyasetten ayrı düşünülebilir mi?

Öte yandan akıl ve vicdan dışı bir uygulama olarak baskın şekilde hâlâ devam eden OHAL’de KHK’lerle gerçekleşen ihraçlarla insanların işsiz aşsız bırakılması, sosyal hayattan dışlanarak cezalandırılmasıyla mağduriyetlerin daha da arttığı bir “düzen” kuruldu. “Hiçbir vatandaşın günlük yaşamının OHAL’den etkilenmediği” savunularak hemen her yerde ortaya çıkan hukuksuzluklar haksızlıklar kutsandı. Bırakın günlük yaşamın etkilenmesini insanların tüm hayatı karartıldı bir gecede. Daima istikrar sözü edilirken hukuksuzluklar o boyuta vardı ki sermaye çevreleri bile OHAL’den şikâyet eder hâle geldi. Kilometrelerce adalet yürüyüşleri, yüzbinlerce insanın katıldığı adalet mitingleri yapılarak adaletsizliğe dikkat çekildi. Sonunda muktedir de “Bir yerde adalete olan özlem çok fazla ifade ediliyorsa orada zulüm var demektir” diyerek “durum tespiti” yapmak zorunda kaldı.

Bugün 1 Mayıs. Hak emek eşitlik kavramlarının en çok konuşulduğu gün. Emek ve dayanışma gününe fabrikalarda grevlere müsaade edilmediği bir “zulüm” ortamında giriyoruz. İşyerlerinde düşük ücret politikasının uygulandığı, toplu iş sözleşmelerinde anlaşmazlıkların yaşandığı, emek sömürüsünün hızlandığı, çalışma koşullarının ağırlaştığı, iş cinayetlerinin arttığı çalışma hayatında pek çok grev yasaklandı, OHAL gerekçe gösterilerek. Türkiye’de hukuksuz çalıştırılmanın “olağan” yöntemlerinden taşeronlaşma kamu kurumlarında kısmen kaldırılmaya çalışılsa da postanelerden hastanelere karayollarına değin binlerce işçinin kadro hakkı engellendi. Kamu kurumlarının bir bir satışa çıkarıldığı özelleştirme furyasında son kurban şeker fabrikaları oldu.

Zengin ile yoksul arasındaki makas gittikçe açılıyor. ABD kökenli kuruluş The Spectator Index (TSI) verilerine göre, Türkiye gelir adaletsizliğinde Hindistan ve Çin’den sonra üçüncü sırada. Açlık ve yoksulluk sınırının altında yaşayan emekçi kesimden asgari ücret belirlenirken hâlâ fedakârlık beklenebiliyor. İşsiz kalanlar Meclis önlerinde kendini ateşe veriyor, İŞ-KUR önünde açlık eylemi yapıyor, işsiz gençler intihara sürükleniyor. Sosyal adalet, sosyal barış ortadan kalkıyor.

Bugün belki de en çok bunlar dillendirilecek özgürlük ve dayanışma meydanlarında. Taksim işçiye emekçiye yine kapatılacak. Bilindik devlet refleksiyle. Kanun bunun neresinde? Bir kez daha: Toplantı ve gösteri yürüyüşü düzenleme anayasayla güvenceye alınan demokratik bir haktır! Teoride böyle ama yazının başından beri bahsettiğimiz üzere pratikte bu hakkın kullanılmasında bile yöneten-yönetilen ilişkisi ön plana çıkar. Siyasî iktidar bir zamanlar Taksim’de 1 Mayıs kutlamasına “izin vermek” ile övünürken sonra yine yasak koyarak ve bunu bir siyaset malzemesi hâline getirerek toplumsal gerilimi artırma yoluna gitti. Nafile ama en azından İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi’nin önsözünü hatırlatalım: “İnsanın zulüm ve baskıya karşı son çare olarak ayaklanmaya mecbur kalmaması için insan haklarının bir hukuk rejimi ile korunması esaslı bir zarurettir.”

1 Mayıs, dayanışmasıyla umuduyla zamanın ibresini yepyeni bir hayata, demokratik barışçıl bir geleceğe doğru çevirsin, güneşli günlere.