Batıda Irkçılık ve Ayırımcılığın Yükseldiği Yıllarda Türkiye’deki “Azınlıklar” Nasıl Görünüyordu?

Batının Türkiye’deki “Azınlıklar”a bakışına dair bir rapor olan Louis Reville’nin sağcı Le Temps Gazetesi’nin 11 Şubat 1938 tarihli nüshasında Fransızca olarak yayınlanan Türkiye’deki Azınlıkların durumu ve tarihi geçmişleri hakkındaki yazısı, içerdiği bilgiler itibariyle dönemin “Azınlıklar sorunu”nu anlamak bakımından ilginç ve önemli bir rapor olduğu kadar dönemin Batı basınının algı kapasitesini anlamak bakımından da ilginçtir.

Rapor (1), Batıda faşizm ve Nazizmin iktidar olduğu ve bunların etkisiyle ırkçılığın yükseldiği, Azınlıklara karşı ırkçı şiddetin başladığı döneme denk gelir.

Reville’nin raporundaki, Türkiye’deki mevcut durumun tespitinde, tipik batılı düşüncenin cisimleşmiş halini görmek ve Türkiye’deki Hıristiyanların ve Yahudilerin kendi kaderlerine terk edildiklerinin itirafı olarak okumak ve 15 yıl sonra Lozan’ın 37. ve 45. maddelerinin geçersizliğinin tescili olarak görmek mümkündür.

Rapor bir başka yüzüyle, dili itibariyle ısmarlama gibi durmaktadır.

Çünkü rapora içerik analizi olarak bakıldığında devletin kendi vatandaşlarından isteğini, Batı basını eliyle ve kanalıyla ilettiğini söylersek abartmış olmayız.

Cumhurbaşkanlığı Arşivinde bulunan bu enteresan raporu metin içindeki köşeli parantez ile açıklamalar dışında dokunmadan aşağıda veriyoruz:

“FRANSIZ BASINI:

(“Le Temps” – Paris, 11. 2. 1938)

(Hususi muhabirimizden) Ankara, Şubat: -

Meselenin eksikliği

Romanya’nın henüz şimdi yahudi meselesiyle meşgul olmasına mukabil Türk cumhuriyeti de, kendi hesabına, bu mesele ile daha pek yakında alakadar olmaya başlamıştır. Daha Bay Goga Romanya başbakanı olmamışken Sabri Toprak adındaki Türk, Sarıhan (Manisa) saylavı, (Millet vekili) 1937 birinciteşrinin başlangıcında Ankara Büyük Millet Meclisine, yabancı Yahudilerin Tür kiyeye hicretini menetmeye ve diğer taraftan memlekette ikamet eden yahudilerin de Türk tabii yetine girmelerini yasak eylemiye matuf bir kanun projesi arzetmiştir. Aynı parlamento azasının bundan takriben sekiz sene kadar evvel, arzettiği ve muvaffakiyetsizlikle karşılaşan bu takriri, bu gün, hem de aşağı yukarı aynı şekli haiz oldu ğu halde salahiyettar (Yetkili) komisyon tarafından reddedilmiştir.

Esasen Türkiyedeki yahudiler meselesi, genç cumhuriyetin gayri müslim akalliyetleri probleminin bir çok veçhelerinden ancak birini teşkil etmektedir, zira buradaki rum ve ermeniler, aynı derece de Türk yurddaşı olmakla beraber islam olan yurddaşlarından aradaki din farkıyle ayrılırlar. Gerçi herkesçe malum olduğu gibi laiklik, devletin esas prensiplerinden biri olmak itibariyle, teşkilatı e sasiyeye idhal edilmiştir. Fakat işte bu muhtelif din ve mezhep ayrılıkları keyfiyeti arkasında el’an gizlenen bir ırk mesele sinin de mevcudiyeti inkar götürmez bir hakikattir. Burada şansölye Hitler, çoktanberi önlenmiştir. Bununla beraber –aşağıda da anlaşılacağı veçhile- bidayette son derece şiddetli olarak alınan tedbirler ancak pek istisnai olarak tatbik olunmuş ve şimdiki halde de hüküm süren hal, bütün Türk yurddaşların arasındaki tam ahenk ve nizam halidir.

Rum ekalliyeti:

Mühim bir kısmı İstanbulda olmak şartiyle – (Constantin’in beldesi, son zamanda kabul edilen Türkçe ismi; İstanbul’dur) - 1918 yılında bütün Türkiye içerisinde adetleri birbuçuk milyona baliğ olan Rumlar, en kalabalık ekalliyet unsurunu teşkil etmektedirler. Bu rumlar, Bizanslıların ahfadıydı, zira 29 Mayıs 1453’te Bizansı fetheden 2 inci Mehmet, şehrin yağma edilmesine rağmen, mağluplara ülvucenapla muamele etmiş, hatta patriği bile vazifesinde alıkoyarak rahip Geççadi us’a, dini alamet ve işaretlerini bizzat kendi eliyle tevdi etmişti. İşte o tarihten beri patrik, nüfuz lu bir ruhani reisi olarak kalmış ve manevi sahadaki otoritesi yanında birtakım dünyevi imtiyazları da haiz olmaktan geri kalmamıştı. Ortodoks dini başkanının sarayı olan Fener –ki bugün de Halicin kıyılarından biri üzerinde kaindir- cesamtinin ufaklığı ve görünüşünün tevazuuna rağmen, sırf patriğin nüfuz ve ehemmiyeti sayesinde Osmanlı devleti içerisinde bir nevi pontifikal devlet olarak saltanat süregelmişti. Sultan tarafından kendisine yalnız dini değil aynı zamanda da sivil bir hak verilmiş olan patrik, mukim bulunduğu Fener’den bütün Balkan Yarımadası ve Küçük Asya üzerinde Ortodoks nüfusunu hakim kılıyordu. Rumlar, sicilleri pek muntazam bir şekilde yine Ortodoks dininin rahipleri tarafından tutulduğu için, ancak vaftiz kağıtlarını tanır, nüfuz kağıtlarını tanımazlardı.

1919 da, müttefiklerin zaaf ve göz yumması sayesinde Küçük Asyanın yunan orduları tarafından işgali – ki bu işgal, bilahara, 19222nin sonu ve 1923 ün başında Kemalistlerin muzafferane taarruzlariyle müstevlileri şiddetli bir bozguna uğratmakla neticelendi- patriklik nezdinde nisbetsiz ve isabetsiz hülyalara yol açmış. Yunan ordusu ile Kemalist kuvvetler çarpışırken o zamanki patrik IV üncü Meletios, yunan ordularının galebesi için aleni ayinler yaptırıyordu, zira yunan ordularının bidayetteki muvaffakiyetleri, bir Bizans imparatorunun yeniden gelmesi şeklinde telakki ve tefsir ediliyordu. Bu hülyanın neticesi olarak ortodokslar, daha o zamandan, Ayasofya’nın islam elinden kurtulduğunu 1453 te, yarım kalmış duasına tekrar başlamak üzere de ortodoks rahibi nin o tarihte yavaşça gizlendiği duvardan yeniden çıkmasını umuyorlardı. İşte patriklik ve muhtinin böylece kızıştırdığı rum anasır arasında Türk aleyhtarı bir hareket doğdu ki bu hareketin, Os manlı topraklarında meydana gelmesi herhalde garip olmaktan geri kalmıyordu. Padişahların, son hatalarından biri de, bu hale karşı hareketsiz ve aksülamelsiz [tepkisiz] kalmak oldu. Bundan sonra Kemalistler yunan ordularını bir kere denize döktükten sonra şüphesiz ki hülyaları artık tamamen iflas etmiş olan patrikliğin vaziyeti, çok müşkil olmuştu. İstanbul rumları, Bizanslılara mahsus “Soplesse”leriyle [esneklik], bu vaziyetin çarçabuk farkına vardılar, şöyle ki, Paul Gentizon’un da “Moustapha Kemal qu l’Orient en marche” adlı çok alaka uyandırıcı eserinde anlattığı gibi patrik, ancak müttefik devletlerin jandarma kuvvetlerinin müdahalesi sayesinde canını kurtarabildi, zira Kemalist kuvvetlerin pek yakında İstanbul’a gireceğini haber alıp bundan endişe e den birkaç yüz rum, 1923 senesi haziranında, hep birlik olup patrikhanenin eşya ve mobilyasını tahrip etmişler ve patrikliğe, yunanlılara karşı gösterdiği lehtarlığı yüzünden muğber [küskün] bulun muşlardır.

Şu halde Sevres muahedesi batıl olduğunu isbat eder etmez, Laussane’a davet edilen Türk mu rahhaslarının ilk taleb ettikleri şeyin, patrikliğin Türk sınırları dışına atılmasını istemesinden iba ret oluşuna nasıl taaccüp [şaşırma] edilebilir? Gerek müttefiklerin ısrarı gerekse diğer taraflar dan gördüğü telafiler üzerine Türk murahhas heyetinin başkanı, bilahare bu talebinden kat’i su rette vazgeçti, fakat patrik, Fenerde kalabilmesine mukabil bütün dünyevi imtiyaz ve nüfuzun dan tecrid edilerek her türlü siyasi faaliyetten el çekmek şartiyle yalnız ruhlar üzerine icrayı nü fuz eylemek hakkını muhafaza eyledi.

Fakat şu var ki Laussanne andlaşmasından ulusların hayatında nüfus mübadelesi gibi o zamana kadar eşi ve emsali olmıyan ıztırap doğurucu bir kat’i karar çıktı. Filhakika bu kararın neticesinde Yunanistan da oturan dörtyüz bin müslümanı Anadoluya ve yunan ordusunun mağlubiyetini duyar duymaz alelacele Yunanistan’a kaçmış olan [1913-1914 Ege ve Trakya’da Rum pogromu hafızalardan silinmemiştir] takriben bir milyon Rum kardeşlerine iltihak etmek üzere de 150 bin Ana dolu hristiyanını Yunanistana – Uluslar Cemiyetinin nezareti altında – nakletmek iktiza ediyordu. Bu kararın tatbiki neticesinde gerçi Türkiye, hem nüfus çokluğundan kaybediyor, hem de giden rumlarla beraber bunların ellerinde bulundurdukları sanayii de elden çıkarmış oluyordu. Bunun la beraber – hatta bu sanayilerin memleketten çıkmasiyle Türkiyenin kendi ekonomi hayatı bakımından bidayette bundan müteessir olmasına rağmen yine de temsil edilmelerini imkansız gör düğü anasırın kendi içinden çekilmesi hususundaki kendi arzusuna kavuşmuş oluyordu. [ittihat çılar ve Kemalistler etnik “arındırma”nın neye mal olacağının bilincindeydiler. Homojen bir ulus adına ekonomik çöküntüyü göze aldıklarını söylemekten çekinmediler]

İşte nüfus mübadelesi, haddi zatında çok feci bir şey olmakla beraber, - zira insanların doğdukları topraklara bağlılıklarını ve maddi menfaatlerini asla nazarı itibara almaksızın bu insanları “eşya” gibi nakleden bu mübadele tedbirinin doğurduğu acılar bertaraf – Burada bir kesiklik var gibidir - bu keyfiyetin, Yunanistan ile Türkiyenin barışmasına amil olan sebeplerden birini teşkil etmiş olduğu inkar edilemez. Şöyle ki ızdırap çeken nesillerin bu acıları sayesinde bunların evlad ve ahfadının istirahat ve saadeti temin edilmiş oldu.

[Esasen Rumlar ve diğer azınlıklar için yazarın bu tarihte söz ettiği saadet ortamı hiçbir zaman olmamıştır. Şiddet eşliğinde homojen bir ulus yaratma adına “azınlık”lara yönelik programların dönüm noktaları olan; 1942 -1944 Varlık vergisi, 6 / 7 Eylül pogromu, 1964 Rum sürgünü, 1974 Kıbrıs Olayları… sonucunda Rumlar günümüzde neredeyse yüzlerle ifade edilecek sayılara indirilmiştir.]

Ermeniler:

Kızıl Sultan “Abdülhamidin yaptırdığı katliamlarına [1915 Ermeni Soykırımı] rağmen 1914’te takriben iki milyon olan Ermeniler, şimdi, ve hemen hepsi İstanbulda toplanmış oldukları halde, takriben yüzbin kişidirler [1929 Kasım ayında başlatılan terör ile Anadolu’da bir şekilde kalmış veya Soykırımda hayatta kalarak topraklarına geri dönebilmiş Ermeniler için iki yol vardı. Ya İstanbul’a yada yurddışına göçmek. Dönemin adlandırmasıyla Hat altına göç. Ayrıca bunların kendi özgür kararlarıyla yaptıklarına dair gazete haberleri bir ironi örneğidir: Ermeniler gidiyor. Şark vilayetimizde bulunan Ermenilerin kendi arzularıyla hududu milli haricine kafile halinde gitmekte oldukları haber verilmektedir. Yeni Adana Gazetesi, 08.11.1929] Ermeniler büyük harp esnasında ve büyük harpten sonra yapılan topyekün göçler ile beraber Anadoludan çıkarılmış ve nüfusun yarısı da, bu göçler esnasında ya öldürülmüş yahut da sefaletten ölmüştü. Birkaç yüz bini bulan geri kalanlar ise, Mezopotamya, Suriye ve Mısır’a ulaşabilmişlerdi.

Bu feci hadiselerin mes’uliyetini tahfife [azaltma] kalkışmaksızın dahi şurasını da kaydetmek lazımdır ki Rusya, ötedenberi kendisinin İstanbul üzerinde beslediği emperyalist emellere yarıya bilecek ermeni hareketlerini daima teşci [cesaretlendirme] edegelmiş olduğu gibi Kafkas civarın da oturan Ermenilere de, yine Çar hükümetinin yardımıyla silah ve mühimmat elde etmiş ve büyük harp esnasında isyan etmişlerdi. [Bu cümleler okuyucuya yabancı gelmeyecektir. Remi Türk tezi ile birebir örtüşüyor] Bolşevik ihtilalinin neticesinde çarlık sükut edip merkezi devletler de ayrı barış esası güdülmiye başlanınca, asiler, kendi cılız kuvvetlerine münhasır kaldılar ve bittabi karşılaştıkları akıbet, feci oldu. Tıpkı Kürd muhtariyeti olduğu gibi müstakil Ermeni cümhuriyeti de, aynı Sevres muahedesinin mahsulü olmak itibariyle ancak kağıt üzerinde yaşayabildi. Ve Lozan andlaşması, yaşama imkanından hakikaten mahrum olan bütün bu tasavvurları suya düşürdü. Sovyetler tarafından kurulmuş olan Ermeni cümhuriyetine her nedense gidip yerleşmek istemeyen Ermeniler de, bütün bu hadiselerden sonra, yine Türk otoritesine tabi oldular ve pek malum bir darbımesele göre Yahudilerinkine bile taş çıkaran ticaret kabiliyetleri sayesinde memleketin en karlı işlerini ellerinde tutageldiler. Çoğu, el’an, evlerinde sert ve boğuk olan ermeni di lini konuşur. Ve bugün, aralarında mevcut olan bütün çekişmeler “gregoriyen” ile “katolik” mezheplerini birbirinden ayıran dini kavgalara münhasırdır.

Museviler:

1492 senesinde İspanyol engizisyonundan kurtulup tarihte İstanbul, Selanik ve İzmir’e kaçanların ahfadı [torunları] olan Museviler, buralarda, iş kabiliyetlerinin kendilerine temin ettiği rahat ve müreffeh hayatı devam ettirdiler. Musevi ırkı, Türkiyede, daima sakince oturup yaşıya gelmiştir. Onlar, aralarında, fakir tabakalar arasında, İbrani – İspanyol (Judeo – espagno ) konuşurlar ki bu dil, zannedildiğine göre, onbeşinci asrın saf kastilya lehçesinden başka bir şey değilmiş, fakat musevilerin asıl iyi bildikleri dil, mekteplerinde tedrisat dili olarak kabul edilmiş olan fransızcadır. Türkçe ise, en çok kullanılan canlı lisan olarak kalan fransızcanın zararına olarak, yahudi mekteplerinde, Ankara hükümeti tarafından şu son seneler zarfında mecburi kılınmıştır. 1927 yılının eylülünde İstanbul’da cereyan eden bir aşk yüzünden cinayet hadisesi münasebetiyle [Elza Niego olayı; kendisine yüz vermiyen bir yahudi kızını vuran bir müslüman ve türk gencinin aşk hikayesi zamanın gazetelerini hayli meşgul etmiştir. Elza Niego olayına dair Evrim Kepenek’in kaleme aldığı “Kadınların Gündemi” başlıklı makalenin okunmasında yarar vardır] (2) Yahudi cemaatinin temsili meselesi hayli münakaşa edilmiş ve bu cemaate isnad olu nan en mühim kabahat, türkçe konuşmayıp da fransızcayı veya ibrani – İspanyolcayı fazla kullan ması olmuştu. [devlet, bir cena ze törenindeki olağan dayanışmayı bahane ederek, yeni baskı ları yürürlüğe koymuştur; “Vatandaş Türkçe konuş!” kampanyası sokakta bütün Hıristiyan ve Musevileri terörize etmiştir.] Aradan bir kaç sene geçince mesele yatışmış ve unutulmuş bulunu yor. Yalnız 1930 senesinde Sabri Toprak, yahudi unsurun temsili meselesini yeniden ortaya at maya çalışmış ve başarılı olmamıştı. Bundan son ra 1934 de Edirneden, Trakyadan ve Çanakkale den İstanbula iltica eden Museviler, karanlık kalmış bazı hadiseler dolayısiyle islam yurddaşları tarafından hor muamele görmüş oldukları için [1934 Trakya Yahudi Pogromu gibi] o zaman konsey başkanı bulunan General İsmet İnönü, Meclis’in 5 temmuz 1934 tarihli toplantısı münasebetiyle bu fena muamelelerde bulunan kimselerin mesuliyetleri sabit olur olmaz mahkemelerin cezasına çarpmaya müstahak” oluşlarından bahisle bu kimseleri alenen takbih etmiş ve şu sözleri ilave eylemişti:

“Yahudi aleyhtarlığı, bir Türk tefekkürü mahsulü olmadığı gibi memleketimizin de ihata çerçevesine dahil olamaz. Nitekim biz, bu kabil cereyanların ülkemizde tezahürüne hiçbir zaman müsaade edemeyiz. Türkiyede her fert, cumhuriyet kanunlarının koruması altındadır.”

Hakikaten de bu mültecilerin ekserisi, ocaklarına dönmekte gecikmediler ve bu suretle de her şey yerli yerine geldi. [Yazar bu konuyu yanlış biliyor. Yahudilerin durumu düzelmedi ve bir daha geri dönemediler. Yahudilerin ve Yahudilerin yanısıra azınlıkların durumlarının düzelmediğine ve bir daha geri dönemediklerini Rıfat N. Bali, “1934 Trakya Olayları” adlı eserinde doğrular. Kalanlar yüzlerle ifade ediliyor :

1927 yılı nüfus sayımı

 

 Musevi

Hıristiyan

 Müslüman

Toplam

Çanakkale

 1.845

 7.730

 172.150

181.725

Edirne

 6.098

 712

 144.019

150.829

Tekirdağ

 1.481

 254

 129.702

131.437

Kırklareli

 978

 331

 107.658

108.967

Toplam

 10.402

 9.037

 553.529

572.958

 1965 yılı nüfus sayımı

 

 Musevi

 Hıristiyan

 Müslüman

Toplam

Çanakkale

 496

 4.300

 344.455

 349.251

Edirne

 321

 219

 302.363

 302.894.

Tekirdağ

 170

 175

 287.107

 287.452

Kırklareli

 75

 50

 258.247

 258.372

Toplam

 1.053

 4.744

1.192.172

1.197.969

(3)

 Görüldüğü gibi 1927 yılında gerçekleştirilen Nüfus sayımında Musevi ve Hıristiyan nüfus 10.000, ve 9.000’ken 1965 yılında gerçekleştirilen Nüfus sayımında Musevi ve Hıristiyan nüfus 1.053 ve 4.744’e düşmüştür.]

Yahudi ırkı meselesinin yeniden mevzuubahis olması için yine Sarıhan saylavı Sabri Toprak’ın tek liflerinin tekrardan arz edilmesi lazımdı. Bu saylav, yahudi ırkını “hakim unsura nazaran daima kendi tefevvukunun [üstünlük] yanlış duygusiyle meşbu [dolu] ve ne dini dili olan ibraniceyi, ne de milli dili olan türkçeyi konuşmıyan” bir ırk şeklinde göstermektedir. Maamafih bu kanun projesinin reddi, Türk basını tarafından müttefikan tasvib edilmiş ve Türk basını, bu münasebetle, Türk yurdunda iki çeşit yurddaşı olmayıp bütün yurddaşların, cümhuriyet otoriteleri nazarında müsavi [eşit] olduklarını hatırlatmıştır. [Oysa, devletin bu unsurları gerçek vatandaş olarak görmediğini, Adalet Bakanı M. Esat Boz kurt kanun Türkü sıfatı ile niteleyerek açıkça ayrımcılığı doğ rulamıştır] (4)

Azlıkların şimdiki vaziyetleri:

Buradaki azlıklar, ister yahudi, isterse rum veya ermeni olsun, şimdiye kadar, ve çok nadir bazı istisnalarla, resmi vazifelerden ve bilhassa zabitlikten madud değildirler. [neabitliği bekçi bile olamıyorlar] Buna mukabil, kendi dinlerini iste dikleri gibi tutmakta serbesttirler, ve bu dinlerin rahipleri eğer resmi dini kisve giymekten alıkonmaktaysalar bu yasağı cari kılan kanun, keza is lam dininin hocaları içinde mer’idir. Birkaç senedenberi An kara Millet Meclisinde yer almış ve bu meclis nezdinde her biri birer gayrimüslüm azlığı temsil eden bir yahudi doktor, bir rum dok tor, bir de ermeni iş adamı bulunmaktadır.

[Söz konusu mebuslar İttihatçı /Kemalist rejimle yakın işbirliği içinde hatta tabi olan kişiler mebus tayin edilmişlerdir. Seçilme söz konusu değildir. Zira o dönem seçim denilen şey, Şefin yap tığı listenin onaylanmasından ibarettir. Bunlar toplumlarını değil kendilerini temsil etmektedirler demek daha doğru doğrudur.]

Lozan andlaşması 37 inci ve 45 inci maddeleri ile, azlıkların himayesini kollamıştı, fakat mevzuubahis olan her üç ekalliyet de, mezkur maddelerdeki bu kayıddan istifadeden resmen vazgeç miş bulunuyorlar: şöyle ki bunların bu itimad beyanı, her halde temessül etmek [asimile olma] hususundaki arzu ve iradelerinden ileri geldiğinden şüphe edilemez. Yazar yanılıyor. [Bu vazgeç me şiddet eşliğinde gerçekleşmiştir. Dönemin gazeteleri bunun en açık örneğidir]

Esasen yerlerinde kalmış olanlar, ahval ve şeraite uymaktan başka bir şey yapamazlar, bununla beraber zamanın değişmiş olduğunu ve esasen de kendilerinden zaten uzun boylu deriğ edile mez [esirgenemez] olan tam bir hukuk müsavatını elde etmeleri keyfiyetinin de, büyük mik yasta yine kendi hüsnü niyetlerine bağlı bulunduğunu anlamaları lazımdır.”

[Yazar gönüllü asimile olmayı öneriyor. Yazarın söylediğinin aksine “azınlıklar” şiddetin eşlik ettiği sistemli bir süreç içinde tüketilerek bugün folklorik bir öge olarak bırakılmışlardır.

KAYNAKÇA

1) Cumhurbaşkanlığı Arşivi 01012781

2) https://m.bianet.org/bianet/toplumsal-cinsiyet/237322-elza-niyego-cinayeti-1927-den-bir-erkek-siddeti

3) Rıfat N. Bali 1934 Trakya Olayları Kitabevi Yayınları İkinci Baskı İstanbul 2008 Sayfa 310, 312.

4) Fatih Yazıcı Azınlık Okullarında Tarih Eğitimi ve Çokkültürlülük Yeni İnsan Yayınevi Sayfa 98.

Resim1-19

Resim2-16

Resim3-7