Eski Genelkurmay Başkanı’nın, ‘darbeye teşebbüs, silahlı terör örgütü kurmak ve yönetmek” iddiasıyla tutuklanması, terörle mücadele gerekçesiyle yürütülen soruşturma, tutuklama ve yargılamalardan bir kısmının yarattığı saçmalık hissinin olgunlaşmasına yol açtı. Sorun İlker Başbuğ hakkında soruşturma açılması ve iddianame kabul edilirse yargılanması değildir. Yetkisini kullanıp yargıya müdahale eden, “TSK’nın sabrının sınırı var” deyip bazı gazeteleri tehdit eden, bariz suç delillerini “kâğıt parçası” ve “boru” ifadeleriyle gizlemeye çalışan, zanlılara kefil olan bir orgeneral hakkında görevini kötüye kullanmaktan soruşturma açılması demokratik bir ülkede olağandır. Normal koşullarda dava bile açılmadan önce, böyle bir komutanın bağlı olduğu siyasal yetkili onun istifasını talep eder. Görevden alır. Ve ayrıca suç işlemişse dava açılır. “Astlarına moral olsun” diye silaha boru diyen, karargâhının ürünü olan bir evrak hakkında yalan söyleyen, sonra onu imha ettiren, arkasında komutanlarla basına, hükümete, kendilerini eleştirenlere karşı esip gürleyen bir komutan söz konusu. Normal koşullarda bu kişi görevi başındayken Başbakan’ın ondan neden hesap sormadığı sorulmaz mı?
Türkiye’de ise durum bambaşka bir mecrada devam ediyor. Terör örgütüne üye olmak veya üye olmamakla birlikte, örgütün emirleri doğrultusunda çalışmak suçu zanlının üzerine atılmadıkça, suçun büyüklüğü ciddiye alınmıyor. Böylece iki yıl boyunca silahlı kuvvetlerin komutanlığını yapmış olan kişi, ‘silahlı terör örgütü kurmak ve yönetmek’ suçlamasıyla, tutuklanıyor. Suçlamada doğru olan iki kelime var: ‘Silahlı’ ve ‘örgüt’! Gerçekten de adı Türk Silahlı Kuvvetleri olan bir örgütün komutanıydı Başbuğ. Bu örgütü iki yıl yönetti. Buradan çıkartılacak ilk mantıki sonuç, iddianamede belirtilen ‘silahlı terör örgütü’nün TSK’nın kendisi olduğudur. Ama bu sadece mantıki bir sonuçtur. Bu mantığı devam ettirirseniz, en büyük silahlı terör örgütünün devlet olduğu sonucuna da varabilirsiniz.
Her şeyi terörle mücadele konsepti içine sokmaya çalışmanın vardığı saçma ama mantıki bir sonuç bu. Bu mantığa yol açan yasa değişiklikleri yakın geçmişte TSK’nın katkısı ve baskısıyla gerçekleşmişti. Gazetecilerin, akademisyenlerin, öğrencilerin terör suçu iddiasıyla tutuklanması, yargılanması da bu saçmalığın bir parçası.
Devam edelim. Genelkurmay Başkanı’nı görevden almayan bir Başbakan da, kendine bağlı bir kamu görevlisinin alenen suç işlemesine göz yumduğu için suça iştirak etmiş olmaz mı? Her hafta görüştüğü bir Genelkurmay Başkanı ile yakın ilişki içinde olmuş olması, onun da suça dolaylı biçimde iştirak ettiği sonucunu yaratmaz mı? Bütün bu sonuçlar saçma denebilir. Ama bu saçmalığın benzerlerini, üniversiteden tanıdığı kişiyle pastanede çay içmesi nedeniyle aylarca terör örgütüne yardım ve yataklık iddiasıyla tutuklu kalanlar kanlı canlı yaşadılar Türkiye’de. Bazıları yaşamaya devam ediyor.
İlker Başbuğ’un tutuklanmasına neden olan İnternet Andıçları davasında söz konusu olan silah, anlaşılan o ki “internet siteleri”. Kitabın, pankartın, sanat eserinin, şiirin bir terör silahı olduğunu kabul eden zihniyet açısından tutarlı bu. Zaten 2001’den 2009’a kadar faaliyet gösteren 42 internet sitesinin bir kısmı hükümet politikaları yönünde, Kürt sorunu, Ermeni sorunu, vs... konularında propaganda (kara, gri, kirli beyaz...?) yapıyorlardı. Bunların bazıları hükümetin talebi üzerine kurulmuş da olabilir. O zaman bu terör suçu nerede ve ne zaman başlıyor? Bir daha tekrarlayalım. Subayların emir-komuta zinciri içinde bu tür kara propaganda amaçlı internet siteleri kurması elbette suçtur. Silahlı Kuvvetler personeli tarafından işlendiği için son derece ağır bir suçtur. Subayların hükümeti itibarsızlaşma faaliyeti yürütmeleri, hükümetin devrilmesini sağlayacak ortamın olgunlaşmasına çalışmaları, haklarında dava açılması için yeterli bir nedendir. Polis veya yargı mensupları da işleseydi bunlar aynı oranda ağır bir suç olurlardı. Artık bazı medya organlarının neredeyse ana kaynağı işlevi gören polisin kaleme aldığı “haberler” de benzer bir faaliyet değil midir?
Saçmalık suçun tanımında yatıyor. Polis ve iddia makamı, işlenen suçu doğru tanımlamak yerine, illa Ergenekon Terör Örgütü’ne sokmak için, bu davayı “silahlı terör örgütü” mecrasına sürüklemesi, durumu absürdleştiriyor.
Bu absürd manzaranın bir yararı var: “Terör örgütü” ve “terör suçu” kavramlarının kapsamının aşırı genişletilmesinin sonuçlarını son derece açık biçimde gözler önüne seriyor. Saçmalık varılan noktada değil, hükümetin onayıyla, polis ve yargının “terör suçu”nu tanımlama biçiminde yatıyor. Ve en vahimi, İlker Başbuğ’a dava açılmasının önemi gölgeleniyor.