Hrant Dink, Türkleri inkarcılıkla suçlayan Diaspora Ermenilerine hep şunu hatırlattı: Türklerin problemi inkâr değil; idrakti. Bu toplum, diyordu, 1915’de neler olup bittiğini bunca yıldan sonra ancak ve yeni yeni idrak etmeye başlıyor. İnkâr –eğer olacaksa- ancak idrakten sonra gelebilir.

Neşe Düzel’e verdiği bir röportajda söylediği gibi, “Türkiye şu anda ne inkârla ne de ikrarla meşgul olmalı. Türkiye olayı idrak etmeye çalışmalı. İnsanlara dayatılmış bir ikrarın ya da inkârın, duygulara hitap etmemiş bir sürecin hiç kimseye bir faydası olmaz. İnsanlar ancak Ermeni meselesini öğrendikten, anladıktan sonra, ‘Bu benim için bir soykırımdır ya da değildir’ diye olayı kabul ederler ya da etmezler. Ayrıca devletin ya da hükümetin dışarıdan baskılarla, mecbur kalıp olayı kabul etmesinin de hiçbir anlamı yok...

Çünkü gerçeği görmesi gereken toplumlardır, insanlardır. Konuşulması gereken kavram da ‘vicdan’dır. Devletlerin vicdanı olmaz. Toplumların ve insanların vicdanı olur. Zaten idrak de, ‘vicdan’la ilgili bir süreçtir.”

HAKİKATLE İLİŞKİMİZ ZEDELİ

Hrant’ın, sorunun “inkar”dan değil, “idrak”ten kaynaklandığı tespitini okuduğumdan bu yana şunu düşünüyorum: Aslında sadece Ermeni meselesi değil, Türkiye’nin bütün meselelerini kuşatan ana meselemiz idrak. İşi daha da çetrefil kılan boyut şu ki, tarihsel sorunlarımızı idrak etmekte zorlanmamızın nedenleri de tarihsel!

Türkiye toplumunun geniş kesimlerinin hakikatle ilişkisi zedelidir. Hakikate doğrudan temas etmeyen, etme imkanı olmayan –başka bir deyişle- Ermeni olmayan, Hakkari’de yaşayan bir Kürt olmayan ya da Maraş’ta kimliğini korumaya çalışan bir Alevi olmayan bizler için “hakikat”le tek temas, devletin bütün ağırlığıyla yüklendiği resmi ideoloji ve onun temel taşıyıcısı olan “mili eğitim” üzerinden gerçekleşti.

YALANIN ALICISI ÇOK

Resmi ideolojinin bu “başarısı” üzerine sonraki yazılarda konuşacağım. Fakat öncelikle bu “başarının” niye bu kadar kolay gerçekleşebildiği üzerine düşünmek gerekiyor. Bu kadar çok yalanın, hem solda hem de sağda bu kadar yaygın bir biçimde alıcısının olması, açıklanmaya muhtaç bir durum...

Sanırım, yalanların bu kadar kolay kabulünün öncelikle yapısal bir nedeni var: Türk toplumu, imparatorluk yitirmiş bir toplum. Sahibi olduğunu düşündüğü devletinin adım adım bölünmesini görmüş; 1920 gibi daha dün sayılabilecek yakın bir tarihte başkentinin emperyalistler tarafından işgalini yaşamış ve Balkanlardan ve Kafkasyadan sığınanlarla birlikte ellerinde kalan tek toprak parçası olan Anadolu’yu önce yerel -ve sivil- kongreler aracılığıyla sonra da Sivas Kongresi’nde kendini kabul ettirmiş olan merkezi ve daha militarize bir önderlikle işgale karşı savunmuş bir toplum.

Başka bir deyişle, bu toplumda “bölünme”, “ihanet”, “dış düşmanlar” v.s. üzerinden yapılacak ajitasyonun başarılı olmasının nesnel temelleri var. Hele de bu ajitasyon, kendini çok kısa sürede toparlamış, muhaliflerini tasfiye ettikten sonra Batı’nın desteğini de arkasına alarak çok kısa sürede kendini konsolide etmiş yeni rejimin bütün ideolojik ve baskı aygıtları tarafından yapılırsa... Kısa ve başarılı konsolidasyon sürecinin –yani bizatihi “zaman” unsurunun- Cumhuriyet’in bundan sonraki siyasal yapısını belirlediği gerçeğini ihmal ediyoruz. Bu konunun üzerinde –çok kısa da olsa- durmak gerekiyor.

Rejimlerin konsolidasyonunun göreli çabukluğu veya uzunluğu, takip eden siyasal süreçlerin belirlenmesinde son derece önemli rol oynar. Türkiye’de kurulan yeni rejim için sanırım 1925 İstiklal Mahkemeleri’yle birlikte konsolidasyonun tamamlandığı söylenebilir. Hem milli mücadelenin başarısından aldığı göreli meşruiyet, hem de yüksek dozdaki otoriter siyasetin bileşimi sonucunda 1920’de açılan kapı, muhaliflerin tasfiye edildiği 1925’te kapanmıştır. 5 yıllık bir süre içinde yeni rejim kendini kabul ettirmiştir. Dünyadaki diğer örnekleriyle karşılandığında yeni bir rejimin bu kadar kısa sürede kendini konsolide etmesi başlı başına önemlidir. Yeni rejimin yöneticileri, gerek dışardan gerekse kendi iç kadrolarından gelen sınır ötesi savaş taleplerine direnmiştir. Dağılan bir imparatorluğu tekrar biraraya getirmek gibi bir maceracılığa girişmemiş ve bütün mesaisini iç tahkimata ayırmıştır.

Kemalistlerin hızlı konsolidasyon tercihlerinin, demokrat olup olmamaları meselesiyle bir ilgisi yok. Olsa olsa, o andaki en gerçekçi siyasal özne oldukları söylenebilir. Son tahlilde Kemalistlerin, devrimlerini ihraç etmeme veya sınır savaşlarına girmeme yolundaki kararlılıkları toplumsal desteklerinin boyutu konusundaki tereddütlerinden kaynaklanıyordu. Bu tereddüt temelinde oluşturdukları gerçekçi dış politika bizzat muhalifleri tarafından da saptanmıştır.

İşte apayrı ideolojiye sahip iki muhalifin görüşleri: Muhafazakar Kazım Kadri şunları yazıyordu: “Ankara yaranı, kendilerinin ‘harp’ ile geldiklerini ve yine bir ‘harp’ ile gideceklerini pek iyi bilirler ve bundan dolayı harpten son derece tehaşi ederler [ürkerler]. Eğer böyle düşünmemiş olsalardı, Musul ve İskenderun meselelerinde İngilizler ve Fransızlarla çarpışmaktan geri durmazlardı.” (Meşrutiyet’ten Cumhuriyet’e Hatıralarım: s. 196) Türkiye komünistlerinin önderi Şefik Hüsnü’nün değerlendirmeleri de aynı minvaldeydi. Kemalistlerin “bütün dış siyasetlerine damgasını vuran şey”, diyordu Şefik Hüsnü, “silahlı bir çatışma çıktığında halk kitlelerinin nasıl bir tutum alacağı konusunda duydukları korkudur. Kitlelerin desteğine sahip olsalardı, komşu ülkelerle olan çeşitli anlaşmazlık konularında, öncelikle ulusal sorunlarda, kuşkusuz çok daha radikal davranacaklardı.” (Komintern Belgelerinde Türkiye: Şefik Hüsnü, Yazı ve Konuşmalar: s. 47)

Hızlı ve başarılı bir konsolidasyonun bizatihi kendisinin, takip eden siyasal ve toplumsal süreçler üzerindeki belirleyici rolüne değinmiştim. Devletin kurumsallaşma pratiklerinden, o ülkedeki siyasal rekabetin doğasına, uygulanacak muhalefet stratejilerine kadar bir dizi alanda bu etki gösterilebilir. Bir sonraki yazıda ise üzerinde duracağım konu, devletin ideolojik aygıtlarının dikensiz gül bahçesinde Kürt Sorunu’nu nasıl başarıyla perdeledikleri üzerine olacak. Resmi ideolojinin kabulünü kolaylaştıran tarihsel koşullarda kurumsallaşan devletin ideolojik aygıtları, toplumsal rızayı harekete geçirmekte çok fazla zorlanmamışlardır. Türk toplumunun, Kürt sorununda maruz kaldığı ideolojik bombardımanın yoğunluğu ve başarısı anlaşılmadan, idrak meselemizin ciddiyetini anlamak mümkün olmayacak.

Yazarın ilgili dizi kapsamındaki diğer yazıları:

2- Kürt Meselesinde, Gayrı-Kürtlerin “Bildikleri” ve Bil(e)medikleri

3- Kürt Sorununda Devletin Şizofrenik Halleri