Adı Fahri’ydi, komşumuzdu kendisi. “Aile bağlarına” inanmazdı, havai fişekleri de sevmezdi. Duraksamadan söyleyelim, bildiğiniz sapkınlıktı içinde bulunduğu bu hal. Hayra yorulamazdı asla. Nişan ve evlilik kurumlarından birtakım tadımlar yapmıştı, ağzında keskin ve kekremsi bir tat ve bir kucak dolusu tasa, sıkıntı ve travma bırakmıştı hepsi de. “Toplum düşmanı” pek sayılmazdıysa da kendisini toplumun yadsınamaz bir bileşeni olarak da görmezdi hiç. Göremezdi ki…

Pek çok sıradan gün gibi, geçen de yine acı acı telefonu çaldı, açtı, karşıdaki sesin alttan alta ırkçı ama yüzeysel planda ise toplumsal duyarlılıklara parmak basmaya çalışan tonlamalarını çok geçmeden fark etti. “Hiç açmasaydım keşke” diye geçirdi içinden, pişman oldu, bu manasız nedameti yüreğini yaktı, suskun kaldı ama eninde sonunda konuşmak zorundaydı. O ses hiç dur durak bilmeden, hiç yanıt beklemeden konuşuyor ve anlatıyordu. Saniyeler, dakikalar birbirini kovaladı. Telefonun diğer tarafındaki ses, yavaş yavaş zayıflamaya, cılızlaşmaya başlamıştı. Ya da ona öyle geldi o an için. Kendisini zorlayarak “evet”, “anladım” gibi ufak tefek geçiştirmeye yönelik yanıtlarla da araya girmeye hiç yeltenmedi. Oldum olası sevememişti zaten bu tür yapmacık tekdüzelikleri. Kimseye bir şey kanıtlamasına veya “adamlığına” tanık bulmasına lüzum yoktu.

Masadaki kırıntılara, aklındaki kuruntulara ilişti gözü. Bu sesi dinlemeye devam ederek sabır göstermek, bu uğurda sebat etmek, tekâmüle götüren bir adımdı belki. Belki de değildi. Habire tekerrür eden bir tekâmülden ne beklenebilir ki zaten, hakiki manada bir tekâmül böyle bir şey olmasa gerekti. Bu çok belli! Eliyle telefonun plastik akordeon kordonunu çekiştirmeye, düzleştirmeye başladı. Aynen bir maşa yardımıyla, saç düzleştirir gibi. Bıraktığında az çok aynı formu kazanıyordu kordon. İnsanlar da enikonu böyleydi sanki. Başlarına gelen iyi ve kötü şeylerle uzar kısalır, günün sonunda bir arpa boyu yol gitmezlerdi. Buna rağmen, yaşam denilen serüvenin başındaki ile sonundaki kişinin tamamen farklı şahsiyetler olması ise, bu düşünce ile çelişir gibi görülebilirdi. “Aman çelişsin de çatışmasın” dedi içinden, bıkmıştı içsel ve dışsal çatışmalardan, uzlaşmazlıklardan ve tartışmalardan. Tartışıp kavga etmeyi 'sohbet' veya 'meşveret' sanan bir toplumun veyahut halkın kıyıda köşede kalmış bir uzantısıydı son tahlilde.

Çevresinde "Fevri Fahri" olarak nam salmıştı. "Fevrilikte Fahri gibi olunuz" şeklinde bir kutsi yönlendirme söz konusu olsaydı, şüphesiz Fahri bunun yegâne muhatap adayı olarak gösterilirdi. Biraz da bu fevriliğini kontrol etme çabasındandı, şu an telefon ahizesinde vızıldayan şahsa aslında lazım gelen yanıtları peş peşe sıralamaması. Bu bir tür sınamaydı onun için, öz benliğini ve yaradılışının kusurlarını terbiye etmeye gayret gösteriyordu en azından, bunun için büyük bir uğraş veriyordu. Hazır bu gayretkeşliğe yoğunlaşmışken, sessize alınmış televizyon yayınındaki hava durumu bültenine gözü ilişti. Tek tek takip etti tüm illeri ve günlük hava sıcaklığı tahminlerini. Doğrusu, tahminler beklentilerini karşılıyordu. İstatistik ne güzel, ne tatlı şeydi öyle... Dışarı çıkacağından hiç değil, fakat yine de hoşuna gidiyordu. İllerinin ısılarının mevsime uyumlu olması onda anlaşılmaz bir konfor duygusuna yol açıyordu. Demek ki yepyeni doğal felaketler kapıda değildi. Küresel ısınma zaten fazlasıyla abartılıyordu. Demek daha pek uzun bir süre, her şey bilindik ve alışıldık şekliyle devam edebilirdi. Bu hususta herhangi bir pürüz çıkması durumunda ise, yine fevriliği nüksedebilirdi. O yüzden, hep tetikteydi. Dış dünya ile kendi doğası arasında bir denge kurma noktasında oldum olası başarısızdı.

Birden durdu, bekledi. Karşıdaki ses kesilmişti. Belli ki söyleyeceğini söylemiş, bir süre hatta beklemiş ve hiç onam ifadesi gelmeyince, bağlantıyı koparmıştı, telefonu kapatmıştı. Sevinmesi beklenirken, kendisini geçici mutlulukların merhametine ve insafına bırakmayacak kadar bilge bir şahıs olması sebebiyle, sevinmedi veya içindeki tek tük sevinç tomurcuklarını açığa çıkarmadı, evde yalnız olmasına rağmen bu konudaki duygularını belli etmemekte büyük bir kararlılık gösterdi doğrusu. “Bravo ya”, demesi beklenirken, “Ah be Fahri” diye geçirdi içinden, “keşke konuşsaydın”. Şimdi dingin ama pişmandı. İkircikli tedirgin kikirdemelerin vakti değildi. Zira konuşmadıkça, bir müddet geçince karşıdaki ses tekrar arayacaktı. Neyse ki evden dışarı çıkmadıkça, bu rahatsız ve huzursuz edici ses, hep “karşıda” kalmaya mahkûmdu. Ancak, aniden hiç beklenmedik, hiç istenmedik bir şey oldu. Kapı çaldı. Yine bir ses, apayrı bir gürültü! Ne berbat bir gündü...