“Günaydın üçüncü dünyamın komplo teorisi gönüllüleri, günaydın her şeye hazırlıksız sersefil asayiş bekçileri. Günaydın sahte kırılganlar, günaydın mor salkım sümbül ve yasemin görselleriyle beslenen, oturgan kadrolu personel. Yine sizden biri, bizden biri, aslında hiç kimse. İşte karşınızda…”

Böyle diyordu her sabah izlediği çıtkırıldım sabah şekeri. Giderek kafası dağılıyor, eğleniyordu böylelikle. Televizyondaki ses “fakslar yağıyor” derken, bunun bir espri olduğunu çok geç fark etti. Sol eliyle Dakota’dan “özel” getirttiği çekirdekleri çitlerken, bir yandan da sağ elinde de 40 yıllık aile hekiminin tavsiyesi üzerine düzenli kullanması gereken Anafranil kutusunu tutuyordu, her gün tok karnına üç defa.

Yaptığı ağır kahvaltının ve az önce haplanmasının tesiriyle, yatak odasına doğru yöneldi. Dolabını açmasıyla kapatması bir oldu. Son zamanlarda boşlukta gibiydi. Düşünmüyordu, öyleyse yoktu. Sanki hiç olmamıştı, adeta bu evrende hiç var olmamıştı. Çünkü düşünmüyordu. Bir düşünse, çoktan varlık âlemini sarmış, kuşatmış olacaktı. Birden duraksadı, bir gün hayatın kırılma anlarından birine tanıklık edebileceğini düşledi. Ontolojik açmazlarının hayhuyundan kurtulmanın bir yolunu, yöntemini bulduğunu sandı. Oysa her zamanki gibi yanılmıştı. O kaotik kuantum sarmallarının mucizevi dokunuşu, başka kimse kalmamış gibi, gelip dönüp dolaşıp ve dolanıp da onu mu bulacaktı?

Bir konu hakkında, şöyle bilgi dolu, şöyle frapan bir entelektüel irisi edasıyla, irfan dolu konuşmak, konuşmak, konuşup durmak ve hiç susmamak ne kolay. Oysa bilgiye acıkmayan zihinlere, belirli bir bilgi birikimine göndermede bulunmaksızın hitap etmek, boş konuşmak, deyiş yerindeyse tırıvırı etmek aynı ölçüde zor ve yorucu. Bu bir yetenek, bazen de bir kısmet işi. O ise, bu aralar kuşkusuz son derece kısmetsiz bir kimseydi.

Onca yaşına başına karşın, kahve muhabbetlerini dinlemek, yan masadan hınzırca kulak kabartmak kadar öğle kuşağı televizyon programlarını izlemeyi huy edinmesinin ardında yatan ana neden işte buydu. Öğleden sonra tekrar oturdu aptal kutusunun karşısına. İzledi, izledi ve rahatladı. Birden, “benim ideal tiplemem nedir?” diye aklından geçirdi. Birkaç saniye sonra yanıtı zihninde belirmişti: “karizmatik kazulet füzyon”. Gülümsedi. Sonunda biraz olsun mutlu olmuştu. “Ne komiğim ha ben!” dedi yine kendi kendine. Gülümsemesi yüz kaslarını gevşetmiş, körpe bedenini salgıladığı pek faydalı hormonlar ile de rahatlatmıştı.

Oysa bu rahatlık ve mutluluk uzun sürmedi. Her acıya kiracı olmamıştı amma velakin ilk yalanı kendine söylemişti ve bu gerçeğin sebep olduğu keder ve elemi bir hayat boyu yaşayacak gibiydi. “Zirvedeki yalnızlık”, işte buydu emeli. Sokaklarda yürürken, kendisini dev bir emoji gibi hissetmeye başlamıştı. Ortalıkta yana yakıla kibir abidesi bezgin bir bedevi gibi dolanırken, bütün bu olan bitenlerin bir kibritle oynarken kendi kendine mi patlak verdiğini yoksa planlı, kasıtlı ve tasarlayarak mı olup bittiğini düşünmeye başlamıştı.

Suratındaki o aptal gülümseme, alnındaki kırışıklıklar ve en az bir haftadır yıkamadığı ince telli saçlarını da alıp yatağına uzandı. Her günkü gibi, manasız bir tartışma programı izlerken uyuyakalacaktı besbelli. İlkeli biriydi doğrusu, hiç sekmezdi bu rutini...