Basit bir WhatsApp grubuna girmenin, üye olmanın bile o kadar çok prosedürü ve formalitesi mevcut ki. Önce potansiyel adayın söz konusu bu grup için ilgili yeterlilikleri ve gereklilikleri sağlayıp sağlamadığı (ki sağlayamadığı durumlar ne yazık ki hiç de az değildir) grubun kurucusu ve yöneticisi tarafından incelenir, sorgulanır. Ardından, teklif konseye sunulur, grup konseyi şartları ve koşulları baştan sona değerlendirir. Yapısal ve niteliksel bir sorun yoksa eğer, adaylık çarçabuk onaylanır. Sakınca görülürse de tabii ki derhal reddedilir. Netice, gecikmeksizin adaya bildirilir.

Birisinden “tamam o zaman, her neyse, sağlık olsun” lafını işittiğinde, bunun yüce gönüllülük, rindane tavır ya da adamakıllı bir dinginlik emaresi değil de, aksine, vurgulu bir boş vermişlik ve önemsizlik atfetme imaları taşıdığını anlamıyorsa insan, daha henüz olmamış, pişmemiş demektir. Yolu uzundur, işi zordur.

Bizim salaktan ve gençten Sahil Salih, tam da böyle biriydi işte! Çalıp çırpmadan, gündelik yaşamın hayhuyu içerisinde, kendi ucuz melankolik panoraması ile yoğrulurken, umursamazlığın o sarsılmaz direngenliği, hayatının sıradan akışına masumiyet katardı. Bununla kalmaz, Kafka’yı Kafkas asıllı sanırdı. Engin anatomi bilgisi ve uygulamalı hünerleri dahi buna engel olamazdı.

Çevresindeki insancıkları izleyip gözlemledikçe, kendisini bile görece normal görüyor, bununla anlamsız ama halisane bir kıvanç ve övünç duyuyordu Salih. Merih’e yapılması tasarlanan emniyetsiz ve farazi seyahat planları, falan filan. Bu tür şeyler çok ilgisini çekerdi işte.

Eskiden adeta bir kabul edilmeme, toplum tarafından dışlanma ürküntüsü ve fobisi varken, şimdi bunu bir oyuna dönüştürmüştü. Hiç dert etmiyordu artık. Üstelik insanların önyargılarının üzerine giden, onların algı ve duygularında anlık dalgalanmalar yaratan, hatta bir bakıma zaman zaman çirkinleşen ve çetrefilleştiren bir üslupla yine kendilerine döndüren, öyle pis, pasif agresif bir tarz benimsemiş durumdaydı.

Uzun süre sığ sandığı bir tanıdığının, şimdilerde sözde yeni sevdicek adayının, sadece içine kapanık bir birey olduğunu keşfettiğinde, çoktandır aradığı yol arkadaşını bulduğunu zannetti. Yine bir toplantı esnasında, telefonu çalıverdi kızcağızın. Elini çantasına attı ve kurcalamaya, karıştırmaya başladı. Telefonu uzun uzadıya çalmaya devam ediyordu. Ancak bir türlü bulamıyordu. Sonrasında ise işte aynen şöyle deyiverdi: “hay Allah! Evde mi unuttum acaba?”

Samanyolu galaksimiz ile daha uzaktaki komşu bir galaksi olan Andromeda galaksisinin takriben 4 milyar yıl sonra çarpışacak olmaları malumatı bile onu böylesine hayrete düşürmemiş ve heyecana boğmamıştı. Arkadaşının bu huyunu, bu tınısı, bu refleksini çok beğenmişti. Takdire şayan davranış ve tavırlarına giderek daha fazla odaklandı.

Fakat sonra birden sendeledi ve durduk yere vazgeçti bu taptaze ümidinden. Zira bindirilmiş kıtalarla bir ilişki enkazını daha kaldırmaya yeltenemezdi. “Her neyse, sağlık olsun be” diye geçirdi içinden.

İçerideki halılar, dışarıdaki çalılar gibi, ayağının altındaki zemin kaymaktaydı. Verilmemiş sözler ve yazılmamış mektuplar diyarında yaşamayı arzulardı her zaman.

Sinirleri çelikten yapılmış insanlar vardır. Damarlarından kan akmaz sanki. İşte Salih onlardan değildi. Aksine, yalan söylemeden önce nefesini tutan, o garip ve iyi kimselerdendi. Deha sanrılı zübüklerin düşmanı, kinayeli cinayetlerin tiryakisiydi.

Böyleydi Sahil Salih, bir anı, ötekini tutmazdı. Mevsim ona hep ayazdı. Bununla birlikte, iflah olmaz bir merdümgiriz olduğu kesindi.

Ve elbette ki sahili, denizi ve suyu çok ama çok severdi...