Çocukluğumdan hatırladığım bir duygu ve resim var. Resim değil bir film karesi gibi bir şey oyunculardan biri benim karşımda küçük bir kız var.

Annemle hiç tanımadığım bir eve misafir gitmiştim. Kaç yaşındayım hatırlamıyorum. Bugün geçmişe baktığımda sessiz ve güvensiz bir çocuk hatırlıyorum sadece. O yüzden kendi başıma hiç tanımadığım bir evde nasıl oldu da bahçeye çıkıp dolaşmaya karar verdim. O duygunun nedenini hatırlamıyorum.

Bahçenin kuytu bir köşesinde salıncakta sallanan küçük bir kızla karşılaşmıştım. Belki de küçük değildi aynı yaştaydık. Aslında onu da hatırlamıyorum. Beni korkutmuştu. Çünkü farkıma varmamıştı. Salıncakta oturmuş elindeki çay kaşığına tükürüyor sonra da onu iştahla geri yutuyordu. Ben o sahnenin tuhaflığına yakalanmış, dışına çıkamamış, bir süre nasıl tepki vereceğimi bilemeden onu seyretmiştim. Gerçi o benim farkımda değildi ama ben çekip gitmeye çekiniyor, orada olmaktan rahatsız oluyordum.

Herhalde öyle olmalıyım. Belki de bu duygularım da yalan. Çünkü sadece hayal gibi hatırladım. Domatesi bilip tadını unutmak gibi ve artık ben bir hikayeci gibi düşünmeyi öğrendim.

Bir zamanlar bu sahnenin hikayesini yazmıştım. Hikayem yok oldu. Ne yazdığımı hatırlamıyorum. Ama hikayem bana bir dost ve kitap kazandırdı.

Hikayemi yayımladığımda altına şimdiki dostum yorum yazmıştı. Bu hikaye bana Oğuz Atay’ın Tehlikeli Oyunlar kitabını hatırlattı, demişti. Kitabı okumamıştım. Hemen kitabı alıp yazdıklarımın insanlarda uyandırdığı duyguyu, başkasının gözünden yeniden görmek istemiştim. O zaman hikayede ki anlatıcı ile aynı dili konuştuğumuzu, bir zamanlar aynı yoldan geçtiğimizi anlamıştım.

Hayat tesadüflerden ibarettir diyerek hafife alacak kadar aptal değilim artık. Mütevazi olma yaşlarımı da çoktan geçtim. Bilgiyi paylaşma evresindeyim.

Bugünlerde beni dışarıya bağlayan dostum, Moda Sahnesinde “Tehlikeli Oyunlar”oyununa davet edince hemen kabul ettim. Zaten bugüne kadar gelişen süreçte buna hayır demem mümkün değildi.

Sahnede iki salıncak vardı. Oyunu oturup izlerken bunun ne manaya geldiğini düşündüm.

Düşüncelerinin esiri olmuş Hikmet’i seyrederken onun düşünce çukurunun içinde salıncakta sallanmasından normal bir şey gelmedi aklıma.

Geldiğim yerde, yeni öğrendiğim bilgilerle, Oluşumuzu tamamlamak için içe doğru bir yolculuk yapmamız gerektiğini biliyorum.

Hikmet bu yolculuğunu bilinçsizce yaptığı için, belki de bilinçli içine kaçtığı için düşüncelerinin çekiminde bazen emiliyor, bazen kusuluyor ve bilinci hiç kapanmadığı için elinde bir tek kelimeler olduğu için -çünkü düşüncelerin silahı kelimelerdir, onları saçıyor kendine,etrafına.

Etrafına değmiyor aslında saçtıkları çünkü her birimizin dünyası kendi zihni olduğu için dışımızda olan her şey bizim gölgemiz olduğundan, Hikmet bu bağı kurmayı hiç beceremediğinden onlara hiç değmiyor.

Ancak bu yoldan geçen yolculuğunun farkında olanlar onun farkında. Onu anlıyorlar. Böyle olmasa bir saat yirmi dakika olan tek kişilik oyun nefes almadan seyredilmez.

Kitabı okuduğumda duygusundan etkilenmiş ama karanlık bir hale bürünmüştüm. Aklımda böyle bir şey kalmış.

Oysa dün akşam aynı karakter bana daha neşeli göründü. Keyifliydi. Kendi dünyasında sevimli görünüyordu. Mutluydu.

O yüzden bize oyunun içine sokan Hikmet’in düşüncelerini onunla birlikte aralıksız kovalamamızı sağlayan Erdem Şenocak’a minnettarım.

Oyun bittiğinde mutluydum, gururla Erdem Şenocak’ı alkışladım. Emeğine saygı duydum.

Sonra bir fısıldaşma başladı.

Patlama dediler.

Yüzler asıldı.

Ellerimiz telefonlarımıza uzandı.

Sessizce dağıldık.

Yazmamaya karar verdim eve gelince.

Sabah yine vazgeçtim akşam ki duruşumdan.

Dışımda olanların özümde olanları bozmasına izin vermeyeceğim dedim.

Dışım korkularımın gölgesi, içim hayallerimden ibaret.

Hayallerimin yansıması olanın izinde olmaya devam edeceğim.

Bu dünyaya uyum sağlamaya çalışırken zihnimi korumak benim özgür yanım.

Güzel Günlerde Görüşelim.