Tarihsel Hakikat, Akademya ve Mesut Yeğen Meselesine Dair Birinci Yazı >>>BURADA>>>

Tarihsel Hakikat, Akademya ve Mesut Yeğen’e Dair İkinci Yazı >>>BURADA>>>



Tarihsel Hakikat, Akademya ve Mesut Yeğen Meselesine Dair Üçüncü Yazı


Mesut Yeğen’in ODTÜ’de uğradığı haksızlığı konu edinen uzun yazının sonuna geldik. Maruz kalınan haksızlığın ancak ilk iki bölümde çizmeye çalıştığım çerçeve içinden anlamlandırılabileceğini düşündüğüm için yazı bu kadar uzadı.

Şurada kalmıştık: 17. yüzyılın son çeyreğinden itibaren “bilimsel uğraş” özerk bir entelektüel alan olarak kendini kabul ettirmiş ve bu alanda üretilen bilgiyi değerlendirmek için alana içsel ölçütler olduğu kabul edilmişti. Bu ölçütlerin karşılanıp karşılanmadığını denetleme işi ise siyasal otoriteden alınarak, “akran değerlendirmesi” dediğimiz meslektaşların bir araya gelerek oluşturdukları jürilere verilmişti.

Süreçte ikili bir anonimlik bulunuyordu: i) jüri üyeleri, değerlendirdikleri şahsı tanımıyorlardı ve ondan çok daha önemlisi ii) 300 yıllık süreç içinde oluşan bu akademik kültür, özü itibariyle kozmopolit bir kültürdü ve bu alanda çalışanlar sayıca öyle bir noktaya gelmişti ki; zaten birbirlerini tanıma imkanları da kalmamıştı. Elbette birbirlerini biliyorlardı fakat sayısal fazlalık halinin bizatihi kendisi, farklı bilim topluluklarının oluşmasını da beraberinde getirmiş ve bu farklı toplumsal ağlar sayesinde kişisel iktidar ilişkilerinin kurulabilmesi zorlaşmıştı. Niceliksel artış, beraberinde anonimliği getirmiş; anonimlik de bilimsel tartışmaların çok daha gönül ferahlığı içinde yapılabilmesini kolaylaştırmıştı.

Bir önceki yazımda Türkiye’de akademik tartışma düzeyinin ve alan çeşitliliğinin son derece az olduğunu ve burada kastettiğim anlamıyla aslında Türkiye yakın tarihinde yapılmış olan kolektif akademik tartışmanın ikiyi üçü geçmeyeceğini söylemiştim.

Bildiğim kadarıyla bu ülkenin sosyal bilimcileri 1960’lar ve 70’lerde iki önemli tartışma yaşadılar: Feodalizm/Asya tipi üretim tarzı tartışması ve Türkiye’de tarımsal yapılar tartışması… Söz konusu iki tartışma da son derece önemliydi, ve oldukça ciddi bilimsel katkılar yapıldı. Fakat, her iki tartışmanın da temel belirleyeni tümüyle siyasal mücadele idi. Yapılacak olan “sosyalist devrim”in hangi stratejiler üzerinden yapılacağının belirlenmesi için bir biçimde bu iki alanda netleşmenin zorunlu olduğu düşünüldü ve sosyalistler bu konuyu tartışmaya başladılar. Başka bir deyişle feodalizm/ATÜT tartışması ya da Türkiye’nin tarımsal yapısının niteliği o günlerin mücadelesi içinde son derece geçerliydi.

Siyasal mücadelenin o dönemdeki dinamikleri sönümlenince bu tartışmalar da sönümlendi. Geriye kala kala Türkiye’nin kısır ve sayıca son derece az olan bilim topluluğunun ürettiği iktidar yapıları kaldı. Herkesin herkesi tanıdığı, hiçbir anonimliğin kalmadığı bir ortamda kişiler etrafında oluşan iktidar ağları, tekil akademisyenler üzerinde çok daha rahat bir denetim imkanı kazandı. Akademik kültürü henüz yerleştirememiş ve sayısal azlık koşullarında anonimliği de sağlayamamış bir ülkede akran değerlendirmelerinin sağlıklı işlemesi neredeyse imkansızdı. 

İşte Mesut Yeğen’in maruz kaldığı haksızlığın arkasında yatan yapısal neden tam da buradadır. Yeğen, uğraştığı alanın özelliklerinden çok; iktidar ilişkilerinin dışında durması nedeniyle haksızlığa uğramıştır. Kanıtlayabileceğimi sanıyorum.

Yeğen’le ilgili iki jüri kurulmuştur. Birinci jüri en başından beri şaibelidir. ODTÜ sosyoloji bölümünde –bir istisna dışında- bütün profesörlerin Yeğen’in çalışmalarına çok değer verdikleri ve jüride olmaları halinde olumlu raporlar verecekleri ODTÜ’yü bilenlerin malumudur. Zaten tam da bu nedenle içlerinden bir tekinin bile oluşturulan jüriye alınmamış olması muhtemeldir. Onların yerine, Kürt meselesi çalışan bir akademisyenin jürisine Aydınlar Ocağı Başkanı alınmış ve “biz Kürt vatandaşlarımızdan da devletlerine sadakat bekleriz” türü akıllara seza bir “bilimsel” raporla karşı karşıya kalınmıştır. Sorun elbette bu kişiden kaynaklanmıyor. Onun başka türlü bir rapor yazması zaten mümkün değildi. Önemli olan, bu kişinin kimin kararıyla ve hangi niyetle jüri üyesi yapıldığıdır. Kimse, sosyal bilimlerle zerre ilgisi olmayan dönemin Rektörü’nün kendi kararıdır demesin.

Birinci jüriyi bir kenara bırakıyorum. Yeğen’in uğradığı haksızlığın esas kanıtı ikinci jüride bulunacaktır. Zira bu jüri, bir önceki fiyaskonun etkisiyle daha dikkatli kurulmuştur. Bu noktada, okuru bu yazı dizisinin ilkine göndermek durumundayım. İlk yazıda tarihsel bilginin aslında olmayan bir dünyanın –daha doğrusu çoktan yok olmuş ve sadece belge dediğimiz “kalıntıların” kaldığı bir dünyanın- bilgisi olduğunu, dolayısıyla bu dünyanın hakikatine ulaşabilmek için duyularımızı kullanma veya deney yapma imkanlarından mahrum olduğumuzu belirtmiş ve bu durumda tarihsel hakikate ancak tarihçiler arasında bir uzlaşmayla varılabileceğini söylemiştim. Biz tarihçilerin hakikati, uzlaşmaya dayanır.

Peki ama uzlaşacak olan tarihçilerin nitelikleri ne olacaktır? Buradaki uzlaşma “en fazla sayıdaki tarihçinin” mi uzlaşmasıdır? Bu soruya verilecek yanıtın neden “hayır” olması gerektiğini de ikinci bölümde vermeye çalıştım. Uzlaşmalarını beklediğimiz insan türünün, tarihin belirli bir noktasında - 17. yüzyılın ikinci yarısında - oluşmaya başladığını; bu türün son derece kozmopolit bir grubun üyesi olduğunu; en önemli özelliğinin bilimsel alanla kurduğu aidiyet ilişkisi olduğunu; kendisini diniyle, ulusuyla, sınıfıyla değil, uğraştığı bilim alanıyla tanımlayan bir tür olduğunu; bu alanın ise kendine özgü ölçütlerinin esas olarak 17. yüzyılın son çeyreğinden itibaren yerleşmeye başladığını ve bu ölçütlerin yerine getirilip getirilmediğini denetleyen esas otoritenin siyasi veya iktisadi bir otorite değil dünyanın her tarafına yayılmış meslektaşlar (akranlar) olduğunu belirtmiştim. Ve Türkiye’nin akademik kültürünün bu konuda nasıl da yapısal zaaflarla malul olduğunu eklemiştim.

Türkiye’deki açmazımız şu: Bir yandan “akranların” niteliksel değerlendirmelerinin, bilimsel ölçütlerin yerine gelip gelmediğini belirleyecek temel kerteriz noktası olduğunu biliyoruz; fakat öte yandan bu değerlendirmenin sağlıklı olabilmesinin temellerinden olan anonimlik koşullarını bu ülkede sağlayamıyoruz. Alanın evrensel ölçütleriyle sosyal bilim yapanların sayısal azlığı ve kendi aralarındaki iktidar ilişkileri, değerlendirme zeminini çürütüyor. Yapacak bir şey de yok. Akademik kültürün, bir petrol sahası gibi çok yavaş oluştuğunu bilerek, ve fakat bu kültürün oluşumunu olabildiğince çabuklaştırabilmek için de iradi müdahalelerde bulunmaktan kaçınmadan (Türkiye’deki boğucu akademik iktidar ilişkileri düşünüldüğünde kullanılması gereken esas sözcük “korkmadan” olmalı!)  bu konularda sürekli uyanık olmaya çalışmak dışında elbette…

Mesut Yeğen için kurulmasa da onun da başvurduğu ikinci jüri tam da bu nedenle önemlidir. Bu jüriyi oluşturan istisnasız bütün üyeler Türkiye’de sosyal bilimler alanında söz söylemeye ehil, kendilerini evrensel alanda da kabul ettirmiş isimlerdir. Şu ana kadar bu jüri üyeleri tartışmaya katılmamış oldukları için –neden?- onların adlarını vermiyorum. Fakat uzlaşması aranacak kişiler vasfını haiz oldukları çok rahatlıkla söylenebilir (Öte yandan, bir önceki jürideki garabetin burada da devam ettiğini söylememiz gerekiyor: ODTÜ Sosyoloji Bölümünde görev yapan bütün profesörlerin -bir istisna dışında- Yeğen’in çalışmalarına ilişkin olumlu görüşte olduklarını söylemiştim… Bu jüride de o isimlerin hiçbiri jüriye çağrılmamıştır. Mesut için aksilik bu ya: O “istisna”, istisna!

Bazıları bu jürinin de Yeğen aleyhinde karar verdiklerini söylüyorlar. Onlara göre bu jüri, bire karşı üç oyla Yeğen’in değil, diğer adayın profesörlük kadrosuna atanmasına karar vermiştir. (Bir üye, iki aday arasında karar veremeyeceğini söylemiştir). Yüzeysel olarak veya idari açıdan bakıldığında Mesut Yeğen’in profesörlük başvurusunun ikinci kez reddedildiği söylenebilir elbette... Oysa bilimsel açıdan durum hiç de öyle değil. Aslında bu jüri bire karşı dört oyla Yeğen’in leyhine karar vermiştir!

Şöyle ki, ODTÜ sosyoloji bölümünde iki profesörlük başvurusu olmasına rağmen tek kadro açılmış ve idareyle mahkemelik olan Yeğen’in davasını geri çekmemesi durumunda bu kadroya başvuramayacağını söylemiştir. Yeğen de yasal hakkının bu şekilde engellenemeyeceğini öne sürerek başvurmuş ve başvurusu da işleme konulmuştur. Sonuçta, jüri üyelerinin iki aday arasından birisini seçme zorunlulukları vardı. Sonuçta kimi seçtiklerinin bizim için hiç önemi yok. Önemli olan Yeğen’in çalışmalarını nasıl değerlendirdikleridir. (Elbette bu konuda da söyleyeceklerim var; ama spekülatif boyutları kaçınılmaz olarak yüksek olacağı için hiç değinmiyorum).

Ne Mesut’u, ne de alanı bilen bir okur eğer bu konuda bir kanaat oluşturmak istiyorsa işte bu jüri üyelerinin Mesut için yazdıklarına bakmalıdır. Yeğen’in daha önceki yazısından bu üyelerin kendisi için yazdıklarını aktaralım: “Türkiye’de kürt sorununa getirdiği orijinal teorik bakış açısı son on yıl içinde Kürt çalışmalarının istikametini belirlemiştir”; “çalışmaları Türkiye’de Kürt sorunu dendiğinde ilk akla gelen, en önemli ve temel referansları oluşturmaktadır”; “Kürt sorununun Türkiye’de sosyal bilimler ışığı altında tartışılmasına önemli katkılarda bulunan saygın bir entelektüeldir”; “yayımladığı bilimsel makale ve kitaplar siyaset sosyolojisi alanında önemli katkılardır”; “Kürt sorunu etrafındaki çalışmaları iyi araştırılmış, derinliğine düşünülmüş katkılardır”; “[çalışmaları] akademik literatür için önemli bir kaynak oluşturmuş, ayrıca üniversite dışı okuyucular için de anlaşılabilir fakat sorumlu ve sofistike bir perspektif geliştirmiştir”.

Şimdi de bu satırları şu satırlarla karşılaştıralım: “nicelik bakımından son derece yetersiz, nitelik bakımından zayıf, normatif”; “sosyolojik hiçbir özelliği olmayan”, “kitap eleştirisi mahiyetinde”... Bu sözlerin bir önceki paragrafta değerlendirilen kişi için söylendiğine inanmak ne kadar zor değil mi?

İşte problemin çözüleceği nokta burasıdır. Alandaki uzmanlıkları tartışılamayacak dört jüri üyesinin bu derece övgü dolu değerlendirmelerini alan bir akademisyen nasıl oluyor da beşinci jüri üyesince “son derece yetersiz” bulunabiliyor. Konuyu bilmeyenler açısından bu dört jüri üyesinin “uzlaşması”, hakikatin nerede olduğunu yeteri kadar ortaya koymaktadır. Böylesi geniş bir uzlaşmanın olduğu bir konuda eğer beşinci üye 21 sayfalık olağandışı ölçüde uzun bir rapor yazarak o akademisyenin ne kadar yetersiz olduğunu söylüyorsa, bu çelişkiyi giderme sorumluluğu bizzat kendisinde demektir.

O beşinci üye Sencer Ayata’dır; ve ODTÜ Sosyoloji bölümünden jüriye atanmış tek profesördür. Yanlış anlaşılmasın: Sencer Ayata’nın da diğer dört üye kadar alanında söz sahibi olduğunu düşünüyorum. Ama ortada açıklanması gereken büyük bir sorun var.

Anonimlik meselesine dönüyorum: Daha önceki raporları yazan Feride Acar, Ayşe Ayata ve ikinci jürinin olumsuz rapor yazan tek üyesi Sencer Ayata hepsi ODTÜ’nün güçlü isimleridir. Başka bir deyişle, hepsi Mesut Yeğen’in görev yaptığı kurumun üyesidirler. Hepsi Mesut Yeğen’i bilmekte ve önceleri sorunsuz olan ilişkilerinin yıllar içinde en hafif deyimiyle sorunlu hale geldiği ODTÜ kamuyounca bilinmektedir. Sonuçta Mesut Yeğen’in bütün ilişkilerini kesmiş olduğu üç akademisyenden bahsediyoruz. İlişkilerin bu noktaya gelmesinde kimin ne kadar rolü olduğunun hiç önemi yok. Önemli olan olgunun kendisidir. Öte yandan Yeğen hakkında övgü dolu değerlendirmeler yapan dört öğretim üyesinin bazılarının kendisini hiç tanımadığı, diğerlerinin ise kendisiyle yakın ilişkide olmadıklarını biliyoruz.

Sözün özü, bilimsel alan özerk bir alandır. Kendi ölçütleri vardır. Bu ölçütlerin yerine getirilip getirilmediğine mahkemeler v.s. bakamaz. Biz bilim insanları için önemli olan, tam da o ölçütler içinde bilgi üreten akranların verecekleri hükümlerdir. Bu konuda Türkiye’de kat edeceğimiz yolun uzunluğu elbette aşikar. Fakat yolun çok başında olduğumuz da söylenemez. Mesut Yeğen örneği bize gösteriyor ki akranların üzerinde uzlaştıkları bir durumda o uzlaşmaya direnen kişinin kendi konumunu bilim kamuoyu önünde meşrulaştırması gerekecektir. Şu ana kadar Sencer Ayata bunu yapmadı. Yapmadığı müddetçe de niye bu uzlaşmanın dışında kaldığı sorgulanmaya devam edecektir.