Zamanın birinde Karşıyaka Alsancak vapur hattında Kürt Huseyn demişti. Tam Pasaport iskelesinin oralarda, "Sol İyidir" diye. Oradan ta Asansör sokağına dek sükut içinde yürüdük. Asansöre binip İzmir manzarasına baktık, soğuğa aldırmadan. 

"Sol iyidir ha?" dedim.

"He abe" diye cevap verdi.

Dünya yoksullarının başkentidir bu İzmir çukuru, Kürtlerin sığınağıdır. O zamanlar dört-beş milyon nüfusu, 30 ilçesi, 1000 küsur mahallesi, fabrikaları, atölyeleri, emekçileri, aydınları, Kürtleri ve çingeneleri ile en güçlü olduğumuz şehirdi. Ayrıca İzmir'de atacağınız her adım için Manisa'yı hesaplamak elzemdi. Manisa ki İzmir'in sınırıdır. Bu sebeple bir gün önce Horozköy namı diğer Fevzi Çakmak'ta uyumuş öyle gelmiştim İzmir'e.

"İzmir'in sahibi kim Huseyn diye sormuştum. 

Yaşar Ailesi, ecnebi bir aile var adını unuttum, Özyeğin Ailesi, Gürel ailesi, ne bileyim Karşıyaka, Mavişehir Bostancı'da gökdelenlerde yaşayanlar olsa gerek" dedi.

Deniz görmese de güzel bir eve girdik. Kalabalıktı ev. Bir ara mutfağa girdim üç çay demliği dikkatimi çekti. Üçü hazır kıta gibi bekliyordu bizi. Açtım yemek yedim, Huseyn dedi ki; "Türkiye solu içerde oturmuş bizim sol partiyi kurmamızı bekliyor."

Gözüm şambali tatlı tepsisinde kaldı. Ayıp olmasın diye tepsiden bir dilim almadım önce. Lakin aklım oradaydı, yüzümü yıkadım, son gelecek olan da gelmişti. Mutfağa yeniden girdim, bir büyük dilim aldım şambali tatlısından, ayak üstü yedim, nihayet hazırdık.

Gecenin geç bir saati. Mutluyum ulen, mutluyum. Mutluluk böyle bir duygu olmalı...

Abe uykun geldiyse uyu istersen dedi Hüseyin. 

Hüseyin ben burada uyumak istemiyorum, gitsem iyi olur dedim.

İzin vermedi. Ona anlattığım nizamları bana karşı kullandı. Zaten sabah olmak üzereydi bir çay daha demlesek. Bir çay, bir çorba, bir kahve, sonra sabah oldu.

Öğleden sonra buluşmak üzere ayrıldık. Hiç sormazdı nereye gidersin, nereden gelirsin diye. Güzel adamdı bu Hüseyin. Yaşı vardı epey. Sağlam bir inşaat ustasıdır. Uzun yıllar var ki tanırdım onu. Şimdi iş adamı işçi arası bir şey olmuştu. Yani taşeron. "Kuranıma isçilerin ürettiği artı değeri adil paylaşıyorum" derdi hep. Yeni işi ona bazı konforlar getirmişti. Misal zamanı birçok şeye vardı.

Evime, mahalleme, dünyanın en güvenli hanesine doğru rutin kontrolleri yaparak yürüyordum. Ege mahallesi daha tam uyanmamıştı. Bura şehrin göbeği sayılırdı ve Çingene mahallesiydi. Harbi Çingene mahallesidir öyle fason değil. Burası benim kalemdir. Hikayesi uzun... 

Bir kadını güzel yapan şey neydi? 

Bir eve girdim, kadın kahvaltıyı hazırlamış beni bekliyordu. Ne güzel günlerdi o günler, şimdi buradan bu zamandan bakınca o kaos, o masumiyet, o vefa hali asla bir daha yaşanmayacak maalesef biliyorum. Bir daha yaşanmayacak o günler... Lakin anılar bizimdir, kimse alamaz bizden. Ecnebi bir ülke, yavaş yavaş biçimlendiriyordu bizi, doğrusu pek de karşı koymuyor adapte oluyoruz yeni ülkeye, yeni hayata... Gönüllü entegrasyon hali.

Avukat Fatih Bakir’in ofisi kalabalıktı. "Ulen nereden topladın bu kadar avukatı" diye geçirdim aklımdan. Toplantıya katılan avukatların bazıları çok bilinçli insanlardı. Acayip şeyler söylüyorlardı. Özellikle üç gencin, yaşlarına rağmen çok güncel değerlendirmeleri bir tarihsel geri plana dayandırarak anlatmaları çok etkileyiciydi. Baro seçimleri hakkında konuştuk. İzmir'i esas örgütleyen iki avukattı. İkisi ile mutfakta ayak üstü konuştuk. Akşama buluşmak üzere sözleştik.

Hemen ofisin yakınında bulunan bir söğüşçüden söğüş yedik, Kızlarağası’na yakın bir yerden kahve içip, olası parti binası olabilecek çift daireli katı görüp ayrıldık. Parti binası aklıma yatmamıştı. Bahçeli bir binayı gözüme kestirmiştim. Orayı kiralamak istiyordum. 

Sordum "şu kadar kirayı ödeyebilir misiniz," güldü adam "orayı kökünden satın alırız. Ne ki bu para, bu dairelerin tekinin fiyatı değil" dedi adam. Binayı satın almak fikrini yazdım aklımın bir köşesine.

Bir taksiye atlayıp “Sür hacı” dedim. Bir kahvenin önünde durduk. Kahve tıka basa doluydu. Bunlar İzmir pazarcılarıydı. Bu iş gününde bu denli kalabalığı toplayacak hiçbir organizasyon yoktu İzmir'de, Kürtlerin DEHAP partisi dahildi buna. "Allahını severim ulen Halil senin" diye içimden geçirdim. Çok sevinmiş motive olmuştum. Uzun kısa konuşanlar oldu. Halil moderatörlüğünü yapıyordu bu kalabalığın. Şahane sahne, içim içime sığmıyordu. 

Akşam iki avukat ile buluştuk. 

Seferihisar Sığacık'ta deniz kenarında bir lokantada oturduk. Rakı içtik. Gerçi ben pek içmem, ama içtik diyelim. Onlar ile bazı başlıklar konuştuk. Sonra şunu sordum.

"Ankara'ya geri dönebilir misiniz? Parti genel merkezinde çalışabilirmişsiniz?"

Düşünmeden hemen “elbette” dediler.

Güzeldik ya... Hayat güzeldi. Sahilde yürüdük. Kasım ayıydı. Hava nedense soğuk gelmiyordu. Yağmur bile yağdı, kesildi. Bu iki avukatı kendime epey yakın hissetmişimdir hep.

Anlatmaya ihtiyacım vardı. Anlatmazsam çıkmaza girecektim.

Anlattım...

"Partiyi hemen kurmak zorundayız, yoksa bu kitleleri daha uzun süre bu belirsizlikle bir arada tutamayız. Hüseyin bugün bana bir kâğıt getirdi. Parti logosu ve sloganı. Artık bunu öteleyemeyiz. Hüseyin'in verdiği kâğıdı gösterdim. Kızıl zemin üzerinde sarı harflerle yazılmış “Sol Parti”, sloganı “Sol iyidir” yeşil harflerle yazıyordu.

Kürt Hüseyin illa da Kürtlüğünü gösterecek dedi avukatlar gülüşerek.

"Belirsizlik kaos vallahi bizi tüketiyor. Kimiz ulan biz. Bu ülkede çok güçlü bir yapı olabiliriz adımızı koyamıyoruz. Şuyuz desek onlar ayrılacak, buyuz desek şunlar ayrılacak. Şekilsizlik bizi bir arada tutuyor. Geçen Ankara'da bir platforma katıldım, yemin ederim bir grup var adamları toplasan 50 kişi değil fakat bizden daha çok saygı gördüler. İsimleri var, kökleri var, hedefleri var. Çok zoruma gitti. Ulan biz tüm bu platformun toplam bileşeninden daha güçlüyüz, ama daşşak geçiyorlar bizimle. Herkes grubunu yazdı, bizi de bazı aydınlar diye yazdılar."

İki avukat hak verdiler bana. Parti kurmak şart hem de hemen dedi uzun boylu avukat. Yoksa İzmir elimizden kayıp gidecek.

"Bölünmeden nasıl bu partiyi kuracağız?" diye sordum. Üçümüz birer sigara yaktık. 

"Zor be ya" dedi uzun avukat ve ekledi; Feride ne diyor?

"Feride geçenlerde bana sende hep bir sapma var" dedi. "Küçük burjuva sol sapmadan liberal sola doğru sapıyorsun. Tek yol, çözüm hala fabrikalara gidip işçi olup isçileri örgütlemek, dedi fakat siz şahitsiniz; denedik olmuyor. Adana, Kartal, Gebze hattında, Zonguldak'ta hep denedik olmuyor." 

Üçümüz bir derin offf çektik. Ne yapacağız bu Feride'yle valla bilmiyorum dedi uzun olan.

Devam ettim.

"Bu Cihat DEHAP içinde bir seksiyon olalım diyor. DEHAP ile politika yapalım.

Cihat Kürt değil mürt değil adam tutturdu, DEHAP içinde seksiyon olarak çalışalım. Sanki Kürtler buna izin verir. Sanki Kürtler oohoo hoş geldiniz bir sizin aklınız eksikti bize, buyrun buyrun gelin hatta gelin bizi yönetin der. Tamam Kürtler ile işbirliği şart ama öyle olmamalı diye düşünüyorum, dedim.

"Bu Cihat var ya bu Cihat gizli Troçkist" dedi avukatlardan kısa olanı.

“Niye, seksiyon dediği için mi?” diye sordum.

"Yok bre cezaevinde az mı Troçki okurdu" dedi.

"Eeee okusa ne olacak Cihat bu. Koskoca Cihat bu, bir çeşit kahraman, hatta kahramanım, çok hikayesini dinledim.”

İki avukat güldü. 

“Cihat bizim yoldaş bize mi anlatıyon onu. Senin duyduğun şeyleri biz birlikte yaşadık onunla. Tereciye tere satıyorsun” dedi uzun olan.

"Doğru ya, siz aynı davadan yargılandınız de mi" dedim.

"He öyle" dediler bir ağızdan.

Hoca ne diyor diye sordu uzun.

Hoca ne yapsın benle görüşüyor haklısın diyor, Feride ile görüşüyor haklısın diyor . Cihat’la görüşüyor haklısın, başkaları ile görüşüyor haklısın diyor. 

“Her zaman ki Hoca” dediler, gülüştük.

"Hocaya aksiyon olsun yeter. Gerillaya çıkalım de hayır demez. Sokak köpeklerini koruma derneği kuracağız de, ona da hayır demez. Fabrikaya gidiyoruz de ona da tamam der. Aksiyon olsun yeter" dedi kısa avukat.

"Adana'da fabrikaya götürdük ya adamı doçentti o zamanlar" dedi uzun olan.

"Profesör oldu de mi" diye sordular.

"Çoktan oldu" dedim.

Avukatlardan biri; “Hocanın var ya İngilizcesi yok. Yes/No biliyor o kadar” dedi. Gülüştük hep birlikte.

Bir şey daha var dedim.

Biri ile tanıştım. Tam benim kafadan biri. Gelecekte bu adamla siyaset yapabilirim haberiniz olsun.

“Kim bu?” diye sordular.

İsmini söyledim.

"Aha bu dinci ulen, senin ne işin var bununla, onun ne işi olur bizimle" dedi kısa olan.

"Vay be ben çok severim adamı. Bıyığına hayranım adamın vicdan sahibi bir adam. Şeref duyarım onunla çalışmaktan. O var ya o ölüm oruçlarında müzakereciydi. Sağlam bir adam.”

“Vay be tıpkı Latin Amerika gibi teolojik sol olabiliriz yani” dedi uzun olan.

"Siz ne ara öyle dincilerle iş birliği falan yapalım der oldunuz. Hayretler içindeyim" dedi kısa avukat.

"Oğlum İzmir seni bozdu. Sen hakiki İzmirli bile değilsin Tavşanlılısın. Tipik İzmirli Kemalistler gibi tepki koyuyorsun" dedi uzun.

"Valla ben diyeyim bu yol fena. Elli parçaya bölüneceğiz bilesiniz" dedi kısa.

Sığacık’ta sabah oluyordu.

Birkaç ay sonra partiyi kurmak üzere ülkenin değişik yerlerinden gelen delegasyonlar toplanacaktık.

Bir heyecanla konuşma metninin son halini veriyordum.

Üç başlık anlatacaktım.

Parti başlığı; Nasıl kurulacak? Nasıl organize olacak? İlce, il ve genel merkezde çoğunluk azınlık ilişkisi nasıl dengelenecek? Örgütlenme ne kadar süre tutacak? Hemen örgütlenecek kentler, özel çalışma isteyen şehirler. Yerel seçimlerde olası adaylar ile olası kazanılma ihtimali olan belediyeler. Meclis üyeleri. Parti kuruluşunda davet edilecek isimler, mutlaka partide olması istenecek ve bunun için üzerinde teker teker çalışılacak isimler. Kuruluş organizasyonları falan.

Televizyon, günlük gazete ve dergiler ve yayınevleri, kitabevi kafeler nasıl kurulacak, kimler çalışacak, nasıl çalışacak ve kaç şirket başlığında kurulacak. Yerel çalışmada radyo mu gazete mi olmalı, onun gerekçelerini içeren medya ve yayıncılık başlığı.

Sol, emek ve düşünce stratejik araştırmalar merkezi kurulma nizami başlığı.

Çalışma masaları, olası masa sorumlulukları ve birçok detay.

Sevinç ve heyecan ile hazırlanıyorduk.

Partinin arifesindeyiz hissi ile çocuklar gibi şendik...

İlk önce son dakika toplantı yeri değiştirildi. Pek işkillenmedim, olurdu öyle şeyler. Yasal bir parti kurulacağını ilan eden bir organizasyon için gereksiz ama olurdu. İşte Feride ve diğer irili ufaklı grupların kafası deyip geçtim.

Salona girdiğimde tanımadığım insan sayısı fazlaydı. Bunun anlamı şuydu, delegasyonlar değiştirilmişti. 

O an anlamıştım gidişatın "hara samek" yani bir çeşit boktan olduğunu. Kederden ölsem yeridir. Bari benim bölgelerimin delegasyonlarını değiştirmeseydin be Feridem. Ne emeğim var oralarda en çok sen bilirsin. Batsın ulan bu dünya, batsın. Ulik Feride bayat çay içesin diye beddua edecek oldum, ona kıyamadım. Yutkundum. Bayat çayı dahi ona layık göremedim. O ise eline kılıç almış parça parça doğruyordu bizi.

Bazılarımızı konuşturmama üzerine bir organizasyon organize edilmiş olsa da bu eşyanın tabiatına aykırıydı. Fakat Erol Büyükburç'un serzenişi gibi "ben saksı değilim ulen...” diyesim vardı.

Nihayet konuşmak üzere sıra bana gelmişti. 

Elimdeki kâğıtları yırttım. 

Diyebildiğim tek şey, bakın bu toplu kâğıtları yırtamıyorum, grup grup ayırarak yırtabiliyorum. Dikkatle bakıyordu insanlar ne yaptığıma, anlam veremiyorlardı.

Devam ettim;

Reformist Ömer son gözaltına alındığında neler yaşadı hatırlıyor musunuz? Nasıl dayak yemişti. Parmakları kırılmıştı. Rejim reformist meformist diye ayırmıyor. Toptancı bir yaklaşımı var.

Salona baktım gözüm Ömer’i aradı. Göz göze geldik. “De mi Ömer?” diye sordum.

Her zamanki gülümseyen yüzüyle başını salladı. 

“Hüseyin'i tanımayan var mı burada? Hüseyin müteahhit, bugün eğer halka ve sosyalizme inancı olmasa bu adam büyük bir işadamı olurdu. Bu adamı Adana'ya fabrikaya işci diye soktuk ve çalıştırdık. Şimdi bu adam suni dengeci olsa ne yazar, Stallinist olsa ne olur, Maosit olsa ne?”

Avukatları işaret ettim, “Bakın bu ikileye dedim ki sizi Ankara’ya geri çağıracağız gelir misiniz? Bir an tereddüt etmeden geliriz dediler. Ki biri yeni evli, diğerinin dünya kadar davası var işi var. Tek bir an tereddüt etmediler.”

“Bu abimizi tanımayan var mi? Toplam 12 yıl 3 ay 4 gün hapis yattı. Direnişle geçmeyen tek günü yok hapiste, bu abiye oportünist diyenler var”

“Yav hocaya adam doçentti fabrikada işçi olacaksın dedik adam evli barklı çocukları var, oluruz tabi dedi ve oldu.”

Döndüm salona, “Aha bakın o kadına. Buraya gel abla” dedim. 

Kadın geldi. Yanımda durdu. Şiir gibi bir kadın orta yaşlarda.

“Bu arkadaş sendikacı tam 35 yıldır örgütlü mücadelenin içinde, dernek, sendika, oda, birlik... Bu arkadaş için en az yirmi defa boş ver onu sosyalist değil o lafını duydum. Nedir sizin için sosyalist, devrimci ben gerçekten bilmiyorum. Buna kim karar veriyor. İnsanların hikayeleri neden size referans olmuyor?”

“Cihat'ı ya düşünün Cihat'ı Troçkist diye etiketleyip değersizleştiriyoruz. Adamın yazılarını yayınlamadınız. Kimsiniz ulan siz? Bu ne cüret? Normal hayatta bir ev kiralamayazsınız. İşçi işçi diyorsunuz, işçi mahallelerini şehirde harita yardımı ile bulamazsınız. Bir gün fabrikada mesainiz yok, herhangi bir işte bir günlük mesainiz yok. Kimsiniz ulan siz? Bu ne radikallik, hayatla bağınız yok. Kahveciden çay istemeyi bilmiyorsunuz, iş aramayı, iş bulmayı, dükkân açmayı, pazarcılık yapmayı yoksulla sohbet etmeyi bilmiyorsunuz. Hayatın içinde değilsiniz. Kitabi bilgiler ile hayatinizi radikalleştirip durdunuz. Gerçeklik bağınız yok. Hayatla bağınız yok.”

“Bize parti mi lazım. Ulan yüz tane parti kurabilirim/biliriz. Sadece profesörlerden, sadece doçentlerden, sadece isçilerden, sadece kadınlardan, sadece esnaflardan, sadece şoförlerden, sadece kahvecilerden, sadece şişkolardan, sadece zayıflardan, sadece ihtiyarlardan, ulan sadece menemeni soğanla yapanlardan dahi parti kurabiliriz. İnsan kaynağı mı yok?”

“Ne işe yarayacak parti? Oysa biz Türkiye'de eski ve yeni solcuları birleştirdik ilk defa, bu bir milyon eski solcunun izdüşümünü organize edebileceğimizin gerçekliğine ulaştık. Çünkü birlikte iş yapmaya başladık... Farklıların birlikte siyaset yapmasını başardık. Bu faaliyetin değeri buradan geliyor. Yoksa parti ne? Topla otuz kişiyi oluştur bir bütçe kirala bir ofis al sana parti. Parti ne?”

Örgütlü örgütsüz tüm solcuların en az pazar günlerini verecekleri bir parti perspektifini oluşturduk, hiç kimsenin ve herkesin sol partisini kurmaya niyetlendik, gerisi hikâye...”

“Buradakilerin hayat hikayeleri çok değerli ve etiketleyerek, kategorize ederek değersizleştirmezsiniz” diyerek bitirdim konuşmamı.

Kalabalığın içinde Feride'nin kısık sesi yayıldı, ona bu öğrettiğim aşırı argo Arapça küfür kulaklarıma dek geldi. 

"E ric şehş bi ğaklek, hışhış"

Bazıları gülüştü, bazıları gülüşenlere güldü. Bazıları gülmeye cesaret edemedi, çoğu manasız manasız birbirine baktı.

O karmaşada İzmirli Kürt Huseyn bağıra bağıra seslendi.

"Abee kuranıma hani Sol Parti kuracaktık? Sloganımız sol iyidir olacaktı?"

Cevap vermedim.

Bin parçaya ayrıldık. Hiç kimse bir yere varamadı. Ayrışma dağıtır. Kimseden bir halt olmadı. Kimi o an, kimi en fazla bir yıl içinde siyaseti bıraktı ya da...

Bir parti kurma denemesi daha çöpe atılmıştı. Yılların emeği falan. 

Neyse, kaç gün Kırşehir'de atlet çorap sattım. Uyudum uyandım. Nevşehir'e gittim. Avanos, Göreme, Ortahisar, Uçhisar'da turist gibi gezdim. 

Nihayet birkaç hafta sonra Ankara’ya eve geldim. Yeni bir yasal kitle partisi kurma fikri, umudu, heyecanı, motivasyonu ile geri geldim. 

Yaş otuz beşe doğru gelirken hayatımda bir kez daha paradigma kayması oluşmuştu. Sadece isçilerden oluşan işçi sınıfı partisini oluşturma gayretinden, birleşik kadro hareketinin ürünü olan yasal sol parti kuruluş girişiminden bir kitle partisi olan Demokrasi Partisi kurmaya evrimleşmiştim.

Bir şey kurmak benim işim değildi. Kurma serüvenini seviyordum aslında. Çünkü sanırım mesele hep yolda olmaktı, varmak asla değil…