Şiir üstüne söz söylemek kolay değil, hele ki bu şiirle arana asırlar girmişse. Hele ki bu bir çeviriyse (şiirden bahsediyoruz, dizelerden) en başarılı çevirinin bile bir miktar uzak kaldığı fikrine kapılabiliniyor. Yine de sezgimizi ya da duygularımızı öne çıkartırsak bu şairin ya da bu şiirin dünyasına az da olsa girdiğimizi, girebildiğimizi hissedebiliriz. Şiir belki de tam da budur, çeviri ya da orijinal dilinde okunması meselesi değil; tıpkı inançlı insanların eline alıp hiç bilmedikleri bir dilde okudukları ya da okumaya çalıştıkları kutsal kitapların tek kelimesini bile anlamadan duygulara boğulması gibi bir şeydir.

Nasıl ki inançlı insan için elinde saygıyla tuttuğu bu kitap kutsalsa ve içindeki her söz ve işaret paha biçilmez değerde ve anlam taşıyorsa, şiir okuru içinde neden bu şiir aynı anlamı ve değeri taşımasın? Sonuçta şiir bir şekilde neyi anlattığı ya da neyi hissettirmeye çalıştığı fikrinden ziyade (kendini aşan bir tür değil midir), kişide, kendi okurunda neyi uyandırdığı ya da okuruna neyi hissettirdiği taşkın duygular asıl olan değil midir?

Burada biçemden bahsetmediğimi, anlamı önemsemediğimi söylemekten kesinlikle uzağım, bunu da belirtmek isterim.

Sanırım şiir sözcüğünün yerine müzik ya da resim de koysak olurdu. Ama zaten üçü de kendi tapıcısını benzer dünyalara sokmaya kalkışmaz mı?

Nasıl ki Van Gogh’un resimlerine ne zaman baksam içimde bir şeylerin kanadığını hissettiğim gibi, Fransız şarkıcı Zaz’ın ‘Je Veux’ şarkısını da ne zaman dinlemişsem, işte ‘bendeki eksik olan şey bu’ dediğimi anımsıyorum: Coşku, yaşamdan zevk alma arzusu.

Fransızca bilmediğim gibi, boya şişesine batırılmış fırçanın tuvalde nasıl bir iz bırakacağını da bilmem. Elbette ki, notaları bilen biri ya da fırça darbelerini nasıl atacağını gören biri benden farklı okuyabilir ya da hissedebilir.

Yani diyeceğim o ki, burada mesele anlamdan ziyade kutsalın tapıcısında bıraktığı etkidir biraz da.

“Şiir nedir ya da ne olmalıdır?” sorusunu sorup yanıtlamaya cüret edebilecek ve bu konuda kalemini oynatabilecek insan azdır. Çok azına rastladım, okudum, neredeyse hiç. Belki            de bunun için en az bir Mayakovski olmak lazım.

Gelelim Walt Whitman’a:

Ben Vücudun Şairiyim, ben Ruhun şairiyim,

Cennetin tatları benimle, cehennemim acıları benimle,

Tatları kendime aşılıyor, çoğaltıyorum, acıları yeni bir dille çeviriyorum.

Ben erkeklerin olduğu kadar, kadınların da şairiyim,

Kadın olmak da, erkek olmak kadar büyüktür diyorum,

İnsanların anasından daha büyük bir şey olmaz diyorum.

Bilemiyorum, belki de yaşadığım yer-coğrafya; insanı, kadını, cinsi, rengini, inancını bu kadar keskin çizgilerle birbirinden ayırıp hor görmeseydi, bir okur olarak ben, bu kadar çok Whitman’ın şiirinden etkilenmezdim, içime bu kadar gömülmezdim.

Whitman 1819 yılında New York’ta dünyaya gelmiş biri. Bense nüfus cüzdanımda yazıldığı gibi söylersem: 1981. Aramızda asırlar var ve kıtalar. Ama ben Whitman’nın şiirlerini okurken şimdi, inançlı kişinin elinde tuttuğu kutsal kitabın sözlerini ağzından çıkarırken yüreğinde hissettiği duyguya benzer duygular hissettiğimi görüyorum.

__________________________

Kaynak: Çimen Yaprakları, çeviri Memet Fuat, Sel Yayıncılık