Bir ülkeye demokrasinin yerleşmesi ve hukuk sisteminin tam tıkırında işlemesi öyle kolay olmasa gerek, bu uğurda batılı ülkeler fazlasıyla bedel ödemişlerdir, bunun için tarihçi olmaya ya da tarih kitaplarını karıştırmaya bile hiç gerek yok, son iki yüzyılı anlatan birkaç filme ve birkaç romanlarına baktığımızda bunun izlerini bariz bir şekilde görürüz. Bizimki gibi ülkelerde-coğrafyalarda doğum sancısı çeken kadınlar misali doğumun biran önce gerçekleşmesini umut edenler olsa da (bunlar her zaman azınlıkta kalmışlardır yoksa burada aksini söylerdik) maalesef bu doğum bir türlü gerçekleşmez ve geçen her saniye ağrının neden olduğu çığlığın desibeli yükselmektedir.
Diyeceğim şu ki köydeki feodal amcam takım elbisesinin içinde gizlenerek gelip kentteki açgözlü-despot politikacıya dönüştü. Arkasından köylüler gelip kentte yerleşerek sürü halinde onun peşinden koştular. İlk Çağ İnsanı profilinin çoğu özelliklerini hâlâ bünyesinde taşıyan bunların teki bile ne demokrasi ne hukuk ne de bireyin özgürlüğüyle ilgilendi, aksine bahsi geçen bu kavramların gücü artığında sürümden kazandıkları paylarından endişe duymaya başladılar ve doğal olarak en ilkel dürtülerinin etkisiyle bu kavramların tümüne şiddetle karşı çıktılar. Başka köylerden başka amcalar da gelip kente yerleşmişlerdi o sırada ve peşlerinde köylüleri ve başka başka köyler de benzer şekilde gelmişlerdi. Bir de bunlar arasında vahşi doğada olan rekabetin bir benzeri oluşmuştu.
Arada en çok ezilenler hiçbir amcası ya da bu amcalara yakın temasta olan bir tanıdığı veya akrabası olmayanlardı. Kentteki taşralı sayısı artıkça pay alanlar ve pay oranları da azaldı.
Arada bundan rahatsız olanlar ya da dış dünyanın uzaktan görünen görüntüsünün büyüsüyle sürüden ayrılmak isteyenler olmuş olsa da bunlar diğerleri üzerinde gerektiği kadar etkili olamadılar. İlk Çağ dönemlerinde olduğu gibi burada da inançlar ve gelenekler insanlar (sürü) üzerinde fazlasıyla gücünü hissettirdi.
Gelelim filmimize.
Erik Poppe'nin 2013 yapımı Binlerce Kez İyi Geceler filmi gelişmiş ülkeler ile az gelişmiş ülkeler arasındaki uçurumu anlatan bir yapıt. İzleyici, savaş muhabiri Rebacca'nın (Juliette Binoche) objektifinden ve iki dünya arasında mekik dokuyan hayatından bunu görebiliyor.
Bir tarafta uçlarda yaşayan İslami bir örgüt ve bu örgüt çıkarları için lise çağındaki kız çocukları bile intihar bombacısı yaparak adeta İlk Çağdan kalma dini ritüellerle kurban ettiği bir dünya, öte tarafta Rebecca'nın Avrupa'daki yaşamı, ailesi, liseye giden kızı ve bu kızın tek derdinin annesinin doğum gününde yayında olmaması ve tabii ki bulunduğu ülkede annenin can güvenliğinden duyulan endişe.
Filmde dekor olarak tehlikeli ve zor bir mesleği seçen bir kadının kocası ve çocuklarıyla yaşadığı sıkıntıları anlatıyormuş gibi görünüyorsa da aslında asıl anlatılmak istenen bu iki dünya arasındaki farklardır. Bir yandan can güvenlikleri her an tehlikede adeta vahşi doğada olan yaşamlarını sürdürmek zorunda kalan insanlar, öbür yandan tek dertlerinin doğum pastasına yetişemeyen anne-babalar. Elbette güllük gülistanlık yerlerde yaşayan insanların da kendilerine göre birtakım sıkıntıları vardır, arada soğuk alıp öksürmek ya da vahşi doğada yaşamlarını sürdürmek zorunda kalan çocuklar için endişelenmek gibi.
Ülkenin demokrasisi ve işletebildiği hukuk sistemi birey için kaderdir aslında, en azından olmayan demokrasiyi ve işlemeyen hukuku değiştirmek için ya da hep umut edilen doğumu gerçekleştirmek için bir ömürden fazlası gerekir, maalesef bizler Ortadoğu insanı bunu bizzat yaşayarak öğreniyoruz.