Erken seçim kararının verilmesinin ardından kamuoyu yeni bir kutuplaşma dönemine hızla girdi. Kararın hemen sonrasında sosyal medyada çoğalan nefret söyleminin, manipülasyon amaçlı yalan haberlerin, hakaret ve hamaset dolu mesajların önümüzdeki iki ay boyunca tavan yapacağını yaşadıklarımızdan biliyoruz. Sadece sosyal medya değil, televizyonlar ve gazeteler de bu dönemde vatandaşların birbirinden daha fazla nefret etmesine, güvensizliğin ve korkunun yayılmasına, kutuplaşmanın artmasına hizmet eden yayınlar yapacak.

Son 10 yılda sadece Türkiye’de değil, tüm dünyada yaşananlar, demokrasinin kaynaştırıcı olduğu kadar dışlayıcı bir mekanizma olduğunu da gösteriyor. Demokrasi, evrensel hukuktan ve liberal değerlerden koparak, çoğulcu değil çoğunlukçu bir şekle büründüğünde, bireylerin ve azınlıkların haklarını koruyan bir rejim olma özelliğini yitiriyor. Milli, etnik ve dinsel kimlikler, vatandaşlık hak ve görevlerinin önüne geçiyor, siyasi kutuplaşma ve cepheleşme artıyor. Aydınlanmanın bütün ideallerinin çöktüğü bu gerçeklik, kendini çoğunluğun her şeyi yapabilme gücünü savunan bir kabile demokrasisi olarak gösteriyor. Liberal, çoğulcu, temsili demokrasi tarihin tozlu sayfalarında kaldı anlaşılan.

Halbuki, Berlin Duvarı’nın yıkılmasından sonra liberal demokrasinin zaferi ilân edilmişti. O dönem dağılan Sovyetler Birliği’nin ardından kurulan yeni ulus devletlerin önüne liberal demokrasi tek seçenek olarak konulmuştu. Renkli devrimlerle esen demokrasi rüzgârları, hızla uygulamaya konulan neo-liberal politikaların çalışan kesim üzerindeki yıkıcı etkisiyle kısa sürede parıltısını kaybetti. Uluslararası şirketler ve IMF, Dünya Bankası vb. uluslararası kurumların giderek artan müdahaleleriyle, siyasetçiler, partiler ve hükümetler ulusal-ekonomi üzerindeki belirleyici etkilerini tamamen yitirdiler. Ortaya çıkan ulusal egemenlik krizini, kültürel çoğulculuk, etnik ve dinsel milliyetçilik ve muhalefeti baskı altına alan bir kutuplaşma siyasetiyle, sağ popülizm ile aşmaya çalıştılar.

Üstelik bu sadece demokratikleşme süreçlerini yaşayan yoksul ülkeleri değil, köklü demokratik gelenekleri olan zengin ülkeleri de etkiledi. Ulusal egemenliğin temeli olan ekonomik egemenlik zayıfladıkça, kültürel kutuplaşma arttı, otoriter eğilimler konsolide oldu. Bu yeni totaliter popülist paradigmada liderler, yabancı sermayenin ve küresel finans kuruluşlarının esiri olduklarının farkındalar. Bu sebeple kültürel bölünmüşlükleri körükleyerek siyasi güçlerini sürdürebilme gayreti içindeler. Bunu kimi zaman göçmen karşıtı söylemleriyle, kimi zaman ırk ve dini farklılıklar üzerinden çoğu zaman ise ihtişamlı bir emperyal tarih nostaljisi ile yapıyorlar.

Bu kültürel kutuplaşma siyasetinin en güçlü silahı ise medya, özellikle sosyal medya. Daha 5 yıl öncesine kadar Arap Baharı isyanlarında diktatörlere karşı halkın en büyük silahı olarak pazarlanan sosyal medya, bugün demokrasinin altını oyan sağ popülizmin güçlenmesinin müsebbibi olarak itham ediliyor. 2008 yılındaki büyük ekonomik krizin faturasını, finansal okur-yazar olmayan insanların rasyonel kararlar alamamasına bağlayan ana akım medya, bu kez de liberal demokrasinin krizini ve sağ popülizmin yükselişini sosyal medya okur-yazarlığına, yalan haberlere, gerçeklik-sonrası paradigmaya bağlıyor.  Elbette sosyal medyanın toplumsal etkileri göz ardı edilecek gibi değil. Bununla birlikte yaşanan demokrasi krizinin faturası, var olan ekonomi politik koşullar, neo-liberalizmin toplum üzerindeki yıkıcı etkisi görmezden gelinerek sosyal medyaya kesilemez.

Teknoloji indirgemeci yaklaşımlarla, teknolojiyi görmezden gelen yaklaşımlar arasında bir bakış açısı yakalayabilirsek, sosyal medyanın demokrasiye etkisini ve önümüzdeki seçimlerdeki rolünü çok daha doğru konumlandırabiliriz.