Savaşta tarafların kendince haklı yanları vardır, ancak savaşın iyisi ya da savaşın iyi adamları yoktur. Orada var olan en ilkel dürtüler gizlendikleri yerden gün yüzüne çıkar, bir nevi içinde yaşadıkları konağı ele geçirirler. Savaşta insanların bilinen hayatları ve günlük rutinleri değiştiğinden adeta başka bir yaşam formuna girerler. Duygular bir kenara itilir; vicdan yerini 'ben haklıyım ya da asıl onların bize yaptıklarına bir bakın'a bırakır, kendi içindeki canavarı değil de karşındakini bir tür canavar olarak görmeye başlar. Öyle ki savaşta merhamet bile yerini zorbalıkla değiştirir ve hatta zorbalık bir tür haz imgesine dönüşür.

Bahsedeceğim yapıta geliyorum. Tokarczuk'un Kadimzamanlar ve Diğer Vakitler romanı özellikle savaşı anlatan bir yapıt değil. Ama belki de yaşadığımız bu lanetli topraklarda savaş bir şekilde varlığını hep hatırlattığından, ister içimizde olsun ister şu ya da bu sınır komşumuzda ya da başka bir yerde, dikkatimizi daima üzerine çeker.

"Ruta bir ağaca doğru işeyen adamı gördüğünde, sadece bir köpek gelmişti aklına. Durup yavaşça geri çekilmeye başlamıştı. Sonra oldukça kuvvetli biri onu arkasından yakalayıp kollarını acı verecek şekilde kıvırmıştı. İşeyen adam, ona doğru koşup yüzüne sertçe vurduğunda, Ruta sarsılmış ve yere düşmüştü. Adamlar tüfeklerini bırakıp ona tecavüz etmişlerdi. Önce birisi, sonra ikincisi ve sonra da üçüncüsü gelmişti.

Ruta, Almanlarla Ruslar arasındaki sınır olan Wola Yolu'nda yatmıştı. İçinde böğürtlen ve patatesler olan sepet de yanında yatıyordu. İşte ikinci devriye onu böyle bulmuştu. Artık adamların üniformaları farklı renkteydi. Tüfekleri tutması için diğerine verip sırayla kızın üzerine uzandılar. Sonra, başında durup sigaralarını içtiler. Sepeti ve yiyecekleri de aldılar."

Eski bir tanıdığın ya da bilindik birinin aile albümüne bakıp bu siyah beyaz renklerin içindeki yüzleri tanımaya-anlamaya-hissetmeye çalışmak gibi ve yorgun göz kapaklarımın önünden hızlıca akıp geçen sayfalar... Neredeyse yapıtı yarılamış olmama rağmen yine de buna hazır olmamam. Bu bölümü okumak ve buraya geçirmek, bilmenizi isterim ki benim için de kolay değildi. Ama sonuçta Tokarzcuk burada okura bir şeyler anlatmak ve göstermek istemişti. Onu anlamaya çalışıyorum: Sözcüklerindeki kurbanın çığlığı ne yeri ne de göğü inletiyor. Küçücük bir sarsıntı bile hissedilmiyor. Oysa edebi olduğunu iddia eden birçok yapıtta aksini okuruz, burada ise acının pornografisinin tek bir harfi bile yok, hatta tuhaf bir şekilde sanki rutin bir tırnak kesme işlemi gibi, ama konumuz bu değil.

Hikâye Polonya'da Kadimzamanlar denilen bir taşra kenti ve çevresinde geçiyor. Romanın üç kuşak aileyle ilgili, zamanlarla ya da öbür kollarını anlatıp konuyu bulandırmak istemiyorum. Sonuç olarak Ruta'ya ilkin hangi tarafın askerlerinin tecavüz ettiğini tam olarak bilmiyoruz, bilemeyeceğiz de, sonrasındakileri de ve sanırım bunu bilmenin hiç bir önemi de yok.

Ruta tecavüze uğradı, hem canavar gibi görülen düşmanlar tarafından hem de günlerdir beklenilen kurtarıcılar tarafından, işte olan bu.

Savaşın iyi adamı olmaz, kendini haklı gören taraftarları vardır. Savaş sıradan bir insanı, uzak bir diyarda karısı ve çocuğu olan birini; sevebilen, gülebilen, yağmurlu bir günde toprağın saldığı ıslak kokuyu ciğerine iştahla çeken, soğuk şarabını içip içip gecenin hüznüyle mutlulukla kendinden geçen bu kişiyi bile yoldan çıkarır. Bu kişinin yaşam sevinci ya da yaşam nefreti ekmeğini yediği ihtiyar kadını vurmaktan alıkoymadığı gibi beşiğindeki bir bebeği bile kurşunlatabilir. Sonuncusunu iddia eden ben değilim savaşlar tarihi ve bir de Tokarcuzk'un kitabı.

Olga Tokarczuk, Kadimzamanlar ve Diğer Vakitler, Çev: Neşe Taluy Yüce, Timaş Yayınları