Bu günlerde ruhu sıkılmayan gamsız birileri var mıdır etrafta, bilemiyorum.

Onlar da kesin mide ağrılarının hayra alamet olmadığını falan sanıp, kara kara düşünüyorlardır, pencerelerinin önüne sinmiş, dışarıyı seyrederken.

Ben de ruhumun sıkıntısını dağıtmak için çalışmadığım zamanlarda film seyrediyorum.

“11 Dakika” filmine o zaman rastladım işte.

Bu süre üstüne atfedilen bir sürü efsane vardır.

Amerikan halkının pedagojik edebiyatçısı Paulo Coelho kitap yazmıştır mesela.

“On Bir Dakika”, bir hayat kadının tecrübelerinden bahseder. Yazarın alt metninde esas söylediği, on bir dakikanın orgazm süresi olduğudur ve tüm insanların varoluş sebebidir.

Polonyalı  yönetmen Jery Skolimowsky ise filminde,  şüphe, tutku ve öfkeyle beslenen insanları 11 dakikanın içine sığdırıp, tüm karakterlerinin hepsini, o anın içinde birbirine bağlayıp yok ediyor. 

Ayrı hayatlar yaşadığını zanneden aynı minvaldeki karakterler, aynı anda aynı yerde bulunup bir kazanın kurbanı oluyorlar.

Aslında bir yanlış anlaşılma tüm doğruları götürüyor.

Bu arada 11 Eylül olayına da atıfta bulunuyor yönetmen.

Bir uçak geçiyor arada filmin orta yerinde, dev gökdelenin yanından. Sevgililerinin odasındaki camın penceresinden bir kuş giriyor o an da, aynaya kurşun hızında çarpıyor, ayna aldığı darbeden çatlıyor. Kuş aynanın önüne düşüyor.  Erkek kadının yanından kalkıp kuşu odadan çıkarıyor.  

Ayna sanki tek bir atışla, kırılmış gibi…

Film bir el kamerası gözüyle başlıyor, göz bilgisayar kamerası oluyor, sonra film kamerasına dönüşüyor. Bir ara ekranındaki bozuk pikseli, sinek sanan saftirik/yorgun polisin, şehri dikizleyen ekranından seyrediyoruz filmi.  

Her ekranın başında bir polis, her köşe başında bir kamera var, devlet şehri gözetleyerek asayişi sağlıyor.

Sonunda büyük bir patlama oluyor.  Ekranı teker teker patlamanın gösterildiği minik ekranlar kaplıyor. Hatta bir tanesi de bozuk piksel modunda, orada siyah bir nokta gibi duruyor. 

Sizin ekranınız minik ekranlarla kaplanıp, sonunda beyaz noktalara dönüştüğünde, yönetmenin atfıyla minicik bir an da olsa, şehri gözetleyen o saftirik polis, siz oluyorsunuz.

Hızlı, günümüzden mesajlar içeren, zekice çekilmiş bir filmdi.

Sevdim.

Sonunu bilmek beni bağlamaz, içeriğine bakarım! Kafasında olanlara tavsiye ederim.

Yolun başına geçip bir tercihte bulunduğunuzda artık hayat o tercihin ekseninde akmaya başlar. Sizin algınız o yönde işler.

Ne zaman ki siz niyetinizi bozar başka bir tercih yaparsınız, hayatta size o yüzünü gösterir.

Buyur buradan yak, der.

Siz de benim gibi insanların hallerini net görüyor musunuz?

Yoksa bu bazı insanlara mahsus bir şey mi?

Cevabını bildiğim bir soru elbet bu.

Sadece kulağınıza çalınsın, diye soruyorum.

Böyle bir soru var.

Böyle insanlar da.

Ruhların röntgenini çekebilen insanlar var, bu dünyada.

Yayılan auranın rengini görebilen insanlar.

Atılan adımdan niyeti hisseden, bununla baş edemeyip kendini hapseden, tecrit eden insanlar var.

Böyle insanlara toplum meşrebine göre isimler takar.

En avam olanı 46’dır.

Türkiye Cumhuriyetinin yasalarından kaynaklı bir lakaptır. Çünkü bu tür insanların cezai ehliyetinin olmadığını tanımlayan bir yasanın 46. Maddesidir.

Bu yasa maddesinin popüler olması da yine halkın genel karakterinin başka bir göstergesidir elbet.

Benim sorunum nesnenin enerjisini kavrayan insanların bugünlerde çıldırmış diğer insanlara göre daha hassas olduğunun ilanı.

Herkesin cesareti kendiyle ilişkilidir.

Kral çıplak diyebilmek için bir tur çıplak gezmiş olmak gerekir.

Kimi varoluş sebebinin beyanatını sadece nefes alarak ilan eder, kimi film çeker, kimi sadece sevişir, kimi kelime kusar, kimi boş hafızalı yeni doğan kıvamında huzursuz hep ağlar.

Kaos gibi görünse de gören gözün gördüğünü hafıza kayıt eder, anılar arşivlenir. Arşivler kelimelerin ruhunu inşa eder.

Ve tüm iyi niyet, ortak hafıza da kelimelerin manasında denk gelmektir. Çünkü o an, sözün bittiği mananın her şeyi kapsadığı andır.

Ve dileğimdir ki her görüşme iyiliklere vesile olsun.