1

Ricci, poster asacaksın.
Poster mi?
İş bulma kurumuna git. Sana çalışma izni verecekler.
Tanrım, bir iş!

Bisiklet Hırsızları

2

Çocukken her akşam yatmadan önce Tanrı'ya bana bir bisiklet vermesi için dua ederdim. Bir gün Tanrı'nın çalışma tarzının bu olmadığını anladım. Ertesi gün gittim kendime yeni bir bisiklet çaldım ve her akşam yatmadan önce Tanrı'ya günahlarımı affetmesi için dua ettim.

Al Capone

***

Kastamonu güzel bir şehirdir. Her ilçesinin kendine münhasır bir özelliği vardır. Tosya, Taşköprü pirinç ve sarımsak diyarıdır. İnebolu, Cide sayfiye yeridir. Azdavay ve Araç benim favorimdir. En sevdiğim yerlerdir. Daday, Devrekani ise ıssız şehirlerdir. Gelelim Küre’ye… İşte bu hikâye Küre’de başlar. Küre dağlar, ormanlar arasında sıkışmış bir kenttir. Burası uzak bir yerdir. Unutulmuş, kaybolmuş ve kimsenin bilmediği, yolunun düşmediği varla yok arasında bir ilçedir.

Bir kahvenin bahçesinde oturmuş çay içiyordum. Dünyanın kendi içinde tutarlı bir ahengi vardı. Zıtların birliği kadar gerçek ve kader kadar makuldü her şey. Birilerinin hayatına değerek, yarattığımız kelebek etkisi kadar mümkünlük içindeydi her şey.

Bu topraklarda benim bir işim yoktu.

Suni Dengeyi yıkma fikrinden vazgeçmiş, anarkocu, makine kırıcı, kızıl, özyönetimci, komünal karışık çorba bir sendikal mücadele fikrine doğru bir kayışım vardı. Bu kayış oturmuş formel bir şey değildi. Bakıyorduk işte. Hayat bize ne diyecek? Türkiye işçi sınıfı bize ne diyecek? Bakıyorduk… İşçileri örgütlemek çok zordu. İşçiler bizi ciddiye almıyorlardı. Seviyorlardı ama ciddiye almıyorlardı. Olmuyordu… Bir işçi ağı kuramıyorduk, alttan giriyor, üsten çıkıyorduk ama olmuyordu kardeşim olmuyordu işte.

Haftanın iki günü Zonguldak’a gidiyordum. Orada işçiler ile konuşuyor ve geri dönüyordum. Kendimce bunun güvenli olduğuna inanmıştım. Çünkü Zonguldak’ta korunmasız hissediyordum kendimi. Bir türlü o korunaklı ağı örememiştim. Az gıcık kapıyor olsam da kendimden bu vesile nedeniyle, yine de durum buydu. Adım Hıdır elimden gelen budur misali… Lakin o yıllarda “hayır ve olmaz” kelimeleri pek hayatımızda olan kelimeler değildi. İnsan iradesinin muktedirliği üstüne biz tiradlar yakıyor, çağdaşlarımız ise destanlar yazıyordu. Mümkünlüğün zaman orantısını vardı. Mümkünlük eşittir zaman artı emek.

Küre’nin çamurlu yokuşlu sokaklarından geçip küçücük çarşısında bir tur attıktan sonra, bahçeli kahveye geri döndüm. Döndüm de ne gördüm? Kahvenin önünde son model gıcır gıcır yeni ford minibüsle kaç kişi olduklarını tam göremediğim insanlar pantolon satıyorlardı.

İlk gördüğüm kişi uzun boylu babayiğit, Türkçe’yi şivesiz konuşan sanki Orhan Kemal’in Üçkağıtçı romanından çıkmış da, Küre’ye gelmiş bir müfettiş karakteri vardı karşımda. İlk görüşte nereli olduğunu kestiremedim. Kahvenin içinde başka bir adam daha vardı. 25 yaşlarında uzun mu uzun, köse, al yanaklı bir adam. Olmadı, onu da ilk görüşte nereli diye kestiremedim. Bahçeye çıktım, uzak masaların birine oturmuş, masanın üzerine üç beş pantolon, koymuş ve bu arada kahve içen pos bıyıklı, kara yağız otuzlu yaşlardaki adamı gördüm. Yanına gittim. Dik dik baktım. Evet bu adamın nereli olduğunu iki tahminde bulabilirdim. İşte benim adamım buydu. Bu adam Osmaniye, Kadirli arası bir köydendi. Bozkuyulu, Köyyeri, Cığcık, Mezretli, Hemite, Tatarlı, ora köylerinden biriydi. İkinci şık ise Adana Yüreğir’dendi. Kesin mi? Hayatımda bahis oynamamıştım, lakin hayat kadar kesin diyebilirim.

Selamünaleyküm Çukurovalı!

Sesimin dalgaları kulağından beynine ulaştığında, içmekte olduğu kahveyi bembeyaz yepyeni katlama izi duran gömleğin üstüne döktü. İstemsiz bir panikle ayağa kalktı, oturdu. Hemen ışık hızıyla kendini toparladı. Kendisi buyur etmeden masasına oturdum, kırmızı, uzun marborasından bir tane yakıp kahveciye seslendim. İki sade kahve…

Adanalı Zeki ile öyle tanıştık.

Ruhumu Geri Ver Adana,
Bugün ile baş edemiyorum,
Yarını düşleyemiyorum.
Senden dolayıdır, sana doğrudur, tüm hikayeler…
Sen bil tüm bunları.

-Kimsin kardaş?

-Ceyhan doğumlu, Baraj çocuğu Hıdır. Ya sen kimsin?

-Mezretli doğumlu, Adana’nın her yerinden Zeki. Ne ararsın bu kaybolmuş ilçede?

-Kaçıyorum, yüreğimde bir yara var. Durduğumda kanıyor, gittiğimde diniyor, bu sebeple kaçıyorum.

Zeki sigarasını söndürmeden diğer sigarasını yaktı. Yeni gelen kahveden bir yudum aldı. Ve sordu

-İşe yarıyor mu?

-Herkes kendi yarası ile baş etmenin bir yolunu bulmuş, benim yolum da bu…

Sessizlik… Sanki ikimiz de geçmişte tanışmışız gibi ortak tanıdık bulmaya çalışıyorduk.

O sordu.

-Ceyhan’da terzi Rıza var bilir misin?

-Adliyenin karşısındaki mi?

-Uzun zaman oldu. Dükkanı taşımıştır. Bilemedim şimdi. On yıldır görmüyorum.

Bu verdiği bilgiyle daha rahat senaryo kurabildim.

O adliyenin karşısına taşındı, sonra belediyeye işçi girdi. Ayaslı Rıza, hiç sevmedi terziliği, zaten sonra belediyeye işçi olarak girdi.

Gerçek Çukurovalılar bilir ki ancak yerliler Yumurtalık ilçesine Ayas der. Öyle birini ne o, ne ben tanıyorduk. İkimiz de anlattığımız şeylere inandık… İkinci kahvede, ortak tanıdıklar bulunmamış olsa da ortak tanıdık mekanlar üzerinden güven tesis edilmişti.

Kahveler, çaylar, yemekler geldi gitti. Muhabbet emin bir limana taşındı. Ve nihayet beklenen teklif Zeki’den geldi. Bizimle çalış, bize Karadeniz pazarlarını köylerini öğret.

Üç adam, bir minibüs ve kaynağı belirsiz pantolonlar…

Hayat bize şunu öğretti ki eğer eşitler arasında bir ilişki yoksa, bir araya gelmiş her topluluğun bir lideri vardı. Onu örgütlerseniz, o topluluğu da büyük oranda örgütlersiniz.

Akşama doğru minibüse binip, Azdavay’a doğru gittik. Azdavay’da akşam satışı yaptık ve gecenin geç bir saati Kastamonu’ya döndük. İki ay birlikte çalıştık. İki ayda sadece Zonguldak’a gittiğim zamanlarda ayrılıyordum onlardan, diğer bütün zamanlarda beraberdik.

Evet! Kim bunlar? Anlatayım efendim. Adanalı bir seyyar satıcı ekibiydi bunlar. Pantolonları bedavaya getiriyorlardı, çünkü çalıyorlardı, sonrada uzak şehirlere köylere, pazarlara götürüp satıyorlardı. Günlük yaşıyorlardı. Müthiş çalışıp, elde ettikleri parayı müthiş tüketiyorlardı. Birçok iyi saygıdeğer ve birçok lanet özellikleri vardı.

Ah şu Karadeniz, ne güzel şeysin sen… Şu Sinop mesela. Kim bilir ki burayı? Bir insan ömrünü bu şehre adayabilir ve bu şehirde yaşlanabilir de. Bir insan sadece Sinop vatandaşı olarak da tamamlayabilirdi ömrünü. Bir Sinop tüm alt ve üst kimlikleri karşılıyabilirdi misal… Lakin gençtim ve işçilerin davası çekiyordu beni.

Nihayet Karadeniz Ereğli’de Zeki ile bir gece oturduk ve döktük eteklerimizdeki taşları.

Herkesin bir hikayesi vardı… Hayır!

Herkesin birden çok hikayesi vardı. Kişinin asıl hikayesi hangisiydi? Birçok neden bu hikayeleri belirleyebilirdi.

Eğer şartlar başka türlü oluşsaydı, senin hikayelerin nasıl şekillenirdi ey okur? Nereden geçer ve şimdi nerede olurdun?

Yoksulların hikayeleri birbirine benzerdi. Kader ağlarını, benzer metotlarla örerdi. Mesele sınıfsal olabilirdi. O zamanlar ve şimdi öylesine derinlikli çıkarım yapamam. Sebep, sonuç mühim elbet, lakin hikayenin kendisine bakmalı.

Zeki’nin haytalı satan alkolik babası erken yaşta ölmeseydi, anası köye dönüp kardeşleri ile onu yalnız bırakmasaydı, abisi, kapısını beklediği adamı bıçaklamasaydı, ilkokul öğretmeni deyyus Ferit onu yoksul diye aşağılayıp ayıplamasaydı ve okulu bıraktırmasaydı, ilk sevdiği kadın Fatoş bir ilgi manyağı olmasaydı ve her az ilgi gösterenin peşine düşmeseydi, bütün ruhuyla sevdiği Sevim, onu biraz anlasaydı, sabır gösterseydi ve ona inansaydı, ustası terzi Orhan, ona mesleği dayak zoru ile öğretmeseydi, askerde üst tertipler ve bu hayatta bir hiç olan kazara uzmanlığı kazanan Malatyalı Vecdi onu bu denli dövmeseydi (ki askerliği zamanında bitirebilirdi), saat kulesinin altında şalvar satan fellah Muhyi karşısına çıkmasaydı, ona sahip çıkmasaydı, komşusu İhtilalci işçi Cevdet 1984’te, yoldaşı Mehmet Fatih Öktülmüş için bir korsan gösteride tutuklanıp hapsedilmeseydi ki onu bir tekstil fabrikasına sokmaya çalışıyordu, belki de Zeki proleter bir çelik leblebi olabilirdi, eğer şu ikili ile kader ortaklığı yapmasaydı…

İnsanların hikayelerini ne çok şey belirliyor. İyi ve kötü…

Eğer, fakat, ama… Her insan, her olay ve her şehir iyi kötü insan hayatını inşa eden birer tuğladır…

Ereğli güzel şehirdir. Şimdi de öyle… Geceleri denize bakabilirsin, göğe bakabilirsin ve fabrikaya bakarsınız. Ereğli’de hayal kurabilirsin.

Ereğli’de büyük, heybetli bir demir çelik fabrikası var. Sırf geceleri fabrikaya bakmak için o şehre gitmişliğim vardı. Geceleri ışıl ışıl olur, tüm ışıkları yanar, geceleri nedense daha heybetli görünür insana… Bu fabrikaya bakmanın insan duygularını, hayallerini ve inancını diri tutan bir yanı vardı. Bu duyguyu anlatmak zor, bu duygunun anlaşılmasını beklemek zor.

Ne Abidin Dino’nun Eller tablosu, ne Eugene Galien Laloue’nin Paris tablosu, ne Monet’in Kudüs Enginar Çiçekleri tablosu, ne de Picasso’un Guernica tablosu öyle görkemli olamazdı…

Zeki’nin ve diğer ikilinin hayatına dokundum. Bunu madalya gibi taşıyorum, anılarımda. Hani insanların savaş yıllarından kalma madalyaları olur ya o biçim övünç verici.

Onlara bir hayal anlattım. Onlar da bu hayali sahiplendiler, o hayalin peşine düşmek için bir süre birlikte çalıştık. Büyük bir toptancı, iyi aile babası ve sola sempati duymak işte hayal buydu.

Öyle de oldu…

Şimdi bu yazıyı neden yazdım? Adanalı Zeki’nin küçük oğlu ile konuştum. Doktora yapmak için bazı üniversiteleri inceliyor ve onlarla yazışıyor. Dünyaca ünlü Lund üniversitesi hakkında bilgi alışverişinde bulunduk. Demem o ki, önceden pantolon hırsızı, sonra da büyük toptancı Zeki’nin küçük oğlu şimdi doktora yapmak için dünyadaki üniversiteleri araştırıyor. İşte hayat böyle bir şey.