Bugünlerde oto boka ağlıyorum çünkü özümde mutsuzum. Bilimsel olarak açıklarsak belki de karaciğerim bozuktur. Ya da depresyondayım.

Bilmiyorum.

Ama değişik olan ben ağlarken insanların benim kahkahalarla güldüğümü sanması. Çünkü ikisini bir arada yapabiliyorum.

Bir film seyrettim. Adı Come to Daddy. Türü gerilim. Başka yerlerde komedi olarak da geçiyor. Benim gibi karar verememişler demek ki izleyenler. Aslında kara komedi de denebilir.

Film William Shakespeare’den bir alıntıyla başlıyor. “Babaların günahlarının bedelini çocuklar ödeyecektir.”

Altında ikinci bir alıntı var o da Beyonce ait.

“Benim babam gibisi yok”

Shakespeare ve Beyonce ne alaka anlamadığım için filmi durdurup sanatçının biyografisine baktım. Şarkı söylemeye başladığında menajeri babasıymış.

Sonra neler olmuş bilmiyorum. Alıntı yapıldığına göre derin bir hikayesi olmalı.

Film gerçekten ailenin davranış halini miras alan, kendi hikayesinde sonuçlarının farkına varan hatta bedelini ödeyen bir çocuğun hikayesi.

Artık ben de bir düşünce bozukluğu meydana geldi. Etkilendiğim bir filmi seyrederken zihnim ikiye bölünüyor, bir yandan filmi seyrediyorum bir yandan okuyucuya yazar gibi ya da filmi anlatır gibi içimden konuşuyorum.

Bu çok sinir bozucu, o yüzden bundan kurtulmam lazım. Her beğendiğim film de bir daha hakkında yazı yazmayacağım diyorum, zihnimdeki anlatıcıyı susturmak için ama olmuyor.

Bu filmi seyrederken çok güldüm. Ardından suratım asıldı. Bazen ağladım. Oğlana mı ağladım yoksa kendime mi söylemem.

Düşündüm, filmi anlatmam da zor çünkü okuyucu için seyretmenin bir anlamı olmayacak benim yazma şeklimle, her sahnenin ardı bir sürpriz. Benden nefret eden insanlar olsun istemiyorum.

Oturdum dizi eleştirisi nasıl yazılır ona baktım.

Hiç beğenmedim, bana göre değil. Ben öyle yazmayı sevmiyorum.

Ben kurallara uymayı sevmiyorum, kural olduğunu hissettiğim her şeyi bozmak bana haz veriyor. O yüzden içimden geldiği gibi devam etmeye karar verdim. Kimin okuduğu da umurumda değil. Bu saatten sonra okuyucu skoru tutmuyorum zaten.

Kural bozma hastalığımın sebebi de içine düştüğüm aile ve çevre elbette. Benim ailem yasak koyar ve sebebini açıklamazdı. Yasak çünkü sen babanın kızısın derlerdi iyi de babamın kızıysam bana ne? Demek aklıma hiç gelmezdi o zamanlar. Peki derdim kendime o zaman görünmez ol. Ol ki bu sinirini bozan tiplerle muhatap olma. Ben de öyle yaptım gözlerimi dört açıp etrafımı izledim ama hep -miş gibi yaptım. Yani benden istenen kişi oldum. Çünkü onların bakışlarını üzerime çekmek, onlarla konuşmak istemiyordum. Sadece ben onları göreyim istiyordum. Bu da ben de bir yazar kafası yaratmış zamanla, bunu bugün anlıyorum elbet.

Çünkü insanların her zaman iletişime geçme ihtiyacı var. Hem meydan okuyup hem de uzak durmanın en güzel hali yazmak.

Resim de yapabilirsiniz.

Ya da bir film çekersiniz. İnsanların toptan ağzına sıçarsınız. Ne söylemek istiyorsanız, davullu zurnalı, kanlı bıçaklı en güzel haliyle anlatırsınız insanlara.

Ben kelimelerin efendisiyim demeyi çok seviyorum. Kelimelerin efendisi olduğuma inandığımdan değil böyle olma ihtimalimi seviyorum. Söyleyerek dönüştürme ihtimalime güveniyorum. Kendime inanıyorum.

Suya yazmak, rüyaların suya anlatılması kadar lezzetli aslında.

Akarsınız ve sihri siz de bozulur, akar gider başkalarına dokunursunuz ve onlara değdiğinizde başka bir şeye dönüşür, sizden akanlar. Ve artık sizle hiçbir alakası yoktur. En güzeli, en şifalı olanı da sizden çıkanı başkasına merhem olmasıdır.

Bazen de yakar, çizer, kanatır. Aslında hepsi şifadır.

Kısacası benden sonrası tufan diyorum.

Bu filmde bir oğul annesi ile yaşıyor ve bir gün babasından mektup alıyor. Baba onu görmek istediğini söylüyor. O da atlayıp babasının yaşadığı yere gidiyor.

Oğlan sessiz, nazik biri karşılaştığı adam kaba, acımasız onun yüzüne karşı o kadar net bir ayna tutuyor ki oğlan nefret ediyor. Zaten babasından nefret ediyordu onu terk ettiği için tek istediği babasının onu yanına neden çağırdığını öğrenmek.

Zamanla anlıyor ki aslında hiçbir şey göründüğü gibi değil.

Seyircinin de çocukla birlikte ezberi bozuluyor.

Ha siktir diyor insan o sesler gerçekmiş. Bu kadar spoiler yeter.

Babasının hikayesini öğrenince kendi hikayesinin aslında o kadar sağlam olmadığını öğreniyor. Nefreti zamanla dönüşüyor. Hızla dönüşmek zorunda kalıyor çünkü ölümle yaşam arasında seçim yapmak zorunda kalıyor.

Bir babayla geçirilecek ömrü birkaç saate sığdırmak nasıl olur onu seyrediyorsunuz filmin içinde.

O yüzden bu hikayenin senaryosunu çok sevdim. Senaristin zekasına hayran kaldım.

Filmde oğlan çocuğunu Elijah Wood canlandırıyor. Yüzüklerin Efendisi gibi bir filmde oynamak ve orada büyümek onun hem şansı hem de şanssızlığı. Çünkü yüzü ve karakteri insanların beynine kazındı. Onu silmek için o da mücadele veriyor.

Burada silik bir karakteri canlandırmış. Görüntüsünü değiştirmiş için bir hayli uğraşmış ama şanssızlığı görüntüsünün zamanla çok değişmemesi. Gözleri kocaman, ağzı aynı hüzünlü ifadeye sahip. Boyu uzamamış. Her an yanında arkadaşı Sam bir yerlerinden fırlayacakmış hissini veriyor insana.

Bir eleştirmen film hakkında bilgi vermeli. Sinematografisinden bahsetmeli. Müziğini anlatmalı.

Bunların hiçbirini anlatmıyorum.

Bunlardan bahsetmem için bana değecek kadar güzel olmalı çünkü hiçbirinden özünde hiçbir şey anlamıyorum.

Yani teknik olarak bakmayı bilmiyorum.

Anlamadığım konu hakkında da söz söyleme hakkını kendimde bulmuyorum.

Onları gidin iyi eleştiri yazılarında okuyun, film ilginizi çekerse hakkında araştırma yapın.

Ben bana değen duygunun peşine düştüm hep ve onu anlatmayı tercih ettim. Böyle yapmaya da devam edeceğim.

Yazılarımı okumaya devam ederseniz buralarda olacağım.

Güzel günlerde görüşelim ve görüşmelerimiz iyiliklere vesile olsun.