AK Parti iktidarının kolluk güçleri Gezi’nin yıldönümünde yine özgürlükçülere karşı savaştaydı. Çocuk, yaşlı, engelli demeden. Coplarla, biber gazıyla, Tomalarıyla düşmanla savaşır gibi. Düşmanla savaşta dahi insani kuralları ve çatışmanın sınırlarını belirleyen Cenevre Savaş Hukuku Kuralları var. Bu kurallara göre silahsızlar hedef alınmaz. Çocuklar, engelliler, yaşlılar hedef alınmaz. Ulusalüstü sözleşmelere göre yasaklanan silahlar kullanılmaz.

AK Parti iktidarının silahlı resmi ve sivil güçleri geçen yıl olduğu gibi bu yılda özünde; özel yaşam dokunulmazlığına saldırdılar. İnanç ve inanmama özgürlüğüne saldırdılar. Özgür yurttaş iradesine saldırdılar. İfade ve toplanma özgürlüğüne saldırdılar. Yurttaşların toplumsal estetik mal varlığını, ekolojik değerleri koruma istek ve iradesine saldırdılar. Biat etmeme, köleliğe hayır çığlığına saldırdılar. Karar ve yetkinin zorbalarda değil yurttaşlarda olması nidasına saldırdılar. Doğrudan demokrasi özlemlerine saldırdılar. Kadın erkek eşitliğine, tercih hakkına saldırdılar. Velhasıl Ak Parti iktidarının silahlı güçleri, insanı insan yapan tüm değerlere, insan onuru ve vicdanına saldırdılar. Halkın haber alma oksijeni olan basına, basın özgürlüğüne saldırdılar.

İnsanlık tarihi binlerce yıldır unutulmayacaklar arasında iki zıttı gösterir. Birincisi özgürlükler için, güzellikler için ( sanatın her türü) ölümsüz ve kalıcı eserleri insanlığa kazandıranlar, ikincisi ise tam tersine vicdanların lanetlediği Nemrutlar, Firavunlar, Yezitler, Hitlerler, Mussoliniler, Frankolar, Salazarlar, Pinochetler, Sol görünümlü Polpotlar.

Gezi Parkı süreci ve olaylarının siyasi, sosyolojik, felsefi işaretleri geniş bir yazı konusu olabilir. Çokta yazıldı söylendi. Tek cümleyle zorbalığa, iktidarın despotluğuna karşı; bende varım, bizde varız diyen yönetilenlerin vicdan ve doğrudan demokrasi çığlığıydı.

Biz bu yazıda insan hakları hukuku açısından yaşananlarla ilgili özet bir analiz yapacağız. Vurgulayacağımız tespitler Gezi’nin yıldönümünde Cumartesi yaşananlar için geçerli oluğu gibi uzun bir süredir fiilen dayatılan ilan edilmemiş OHAL uygulamalarının tümü içinde geçerlidir.

Gezi süreci ile ilgili Bilgi Üniversitesi Yayınları arasında yayınlanan insan hakları hukuku ışığında Gezi olaylarını irdeleyen değerli bir çalışma var.

Gezi sürecinde yaşananlar, sonrasında ve yıldönümünde de yaşanan ihlaller en başta yaşam hakkına yönelmiştir. AİHS 2/2. maddeye göre; ‘kuvvet kullanımı sonucu olan ölümün sözleşmeye aykırılık teşkil etmemesi için öncelikle kuvvet kullanımının bir kimsenin yasadışı şiddete karşı korunması, bir kişinin yasaya uygun olarak yakalanması, yasaya uygun tutuklu bulunan bir kişinin kaçmasının önlenmesi ve ayaklanmanın veya isyanın yasaya uygun olarak bastırılması amacına yönelmesi gerekir ikinci olarak ise, bu amaçlara varılması için kuvvet kullanılmasının mutlak bir gereklilik haline gelmiş olması gereklidir. Bunlarda yeterli değil. Orantılılık koşulunun da mutlaka olması gerekir’. AİHM yaşa/Türkiye 44827/08 kararında “…barışçıl olmayan gösterilerin dağıtılmasında biber gazı kullanımının bizatihi ihlal niteliği taşımadığını, ancak kullanılan aygıtın yarattığı tehlike göz önüne alındığında ‘ölümcül nitelikte kuvvet kullanımının’ söz konusu olduğunu bu nedenle değerlendirmenin bu çerçevede yapılması gerektiğini” vurgulamıştır. Yani ölümcül kuvvet kullanımı sadece ateşli silah kullanımıyla sınırlı değildir.

Avrupa İşkenceyi Önleme Komitesi (CPT) sadece kapalı alanlarda değil, açık alanlar açısında da biber gazı kullanımına çekince koymuştur. Kaldı ki Gezi süreci ve yıldönümü etkinlikleri barışçıl etkinliklerdir. CPT gibi ulusalüstü kurumların biber gazının yasaklanması konusunda daha da net tavırlar koyması gereklidir. Demek ki iktidar, dün olduğu gibi bugünde yaşam hakkını tehdit eden ihlallerini hışımla sürdürmektedir.

Geçen yıl olduğu gibi Gezi’nin yıldönümünde de işkence, onur kırıcı kötü muamele yasağını düzenleyen AİHS’ in 3. maddesi ihlal edilmiştir. Kolluk güçleri önüne gelen herkese copla, tekmeyle, biber gazıyla ve her türlü araçlarıyla saldırmıştır. Türkiye’nin de taraf olduğu ‘işkencenin ve gayri insani ya da küçültücü ceza ve muamelelerin önlenmesine dair Avrupa Sözleşmesi’ yine aynı konudaki BM sözleşmesi, ‘kişisel ve siyasal haklara ilişkin uluslararası sözleşme’, AİHS 3. madde sadece işkenceyi değil, kötü muamelenin diğer biçimleri olan insanlık dışı muamele ile, aşağılayıcı muameleyi de yasaklamaktadır.

Gezi Parkı sürecinde yoğun bir şekilde yaşanan ‘kişi özgürlüğü ve güvenliği hakkı’ na yönelik müdahaleler, yıldönümünde de yaşanmıştır. Gazetecilere, avukatlara yönelik saldırılar, kişilerin araçlarla kapalı yerlere götürülerek saatlerce keyfi şekilde tutulması, aramalar, kişilerin incommunicada (kimseye erişim olanağı verilmeksizin) olarak bekletilmesi, gözaltı sırasında sözlü ve cinsel taciz, ters kelepçe, gözaltındakilerle görüşmek isteyen avukatlara zorluk çıkarılması, yıldönümünde de yaşanmıştır. Unutulmamalıdır ki ‘kişi özgürlüğü ve güvenlik hakkı’ Türkiye’nin de taraf olduğu BM ‘kişisel ve siyasal haklar uluslararası sözleşmesi’ madde 9 ve AİHS 5. madde ile güvence altına alınan haklardandır. Anayasanın 19. maddesinde de aynı düzenleme söz konusudur.

Keza bu yıldönümünde de ‘ifade, toplanma ve örgütlenme özgürlüğü’ yine kolluk güçlerince ayaklar altına alınmıştır. İfade özgürlüğü açısından AİHM Handyside ve Birleşik Krallık kararına (5493/72) bakmak gerekir; “ifade özgürlüğü toplumun ilerlemesi ve her insanın gelişmesi için esaslı koşullardan birisi olan demokratik toplumun asıl temellerinden birini oluşturmaktadır. İfade özgürlüğü… yalnızca lehte olduğu kabul edilen veya zararsız yada ilgilenmeye değmez görülen bilgi ve düşünceler için değil, aynı zamanda devletin veya nüfusun bir bölümü için saldırgan, şok edici veya rahatsız edici bilgi ve düşünceler için de uygulanır. Bunlar, çoğulculuğun, hoşgörünün ve açık fikirliliğin gerekleridir. Bunlar olmaksızın demokratik toplum olmaz” vurgusu yapılmıştır. Gezi sürecinde ise 22 medya mensubu işten çıkartılmış, 37 medya mensubu istifaya zorlanmıştır.

Keza Gezi sürecinde olduğu gibi, yıldönümünde de ifade özgürlüğünün kolektif kullanımı olan ‘toplanma özgürlüğü’ de ayaklar altına alınmıştır. Anayasa 34. madde herkesin önceden izin almaksızın silahsız ve saldırısız toplanma ve gösteri yürüyüşü hakkını tanımaktadır. DİSK ve KESK/Türkiye 38676/08, 27.11.2012 AİHM kararında da belirtildiği gibi, toplanma özgürlüğünün kullanılacağı mekânın seçimi bu çerçevede öncelikle bu özgürlüğünü kullanmak isteyen kişilere aittir. Mevcut toplantı gösteri yürüyüş kanunu m. 22’ deki sınırlamalar AİHM kararlarına aykırıdır. Toplanma özgürlüğünün en önemli unsuru barışçıl olmasıdır. Dün Gezi sürecinde olduğu gibi, yıldönümünde de yönetilenlerin yapmak istediği etkinlik insan hakları hukukuna göre barışçıl etkinliklerdir. Ne var ki barışçıl toplanma hakkını güvenlik güçleri şiddet ve silah kullanarak engellemiştir.

Keza Gezi sürecinde olduğu gibi, yıldönümünde de örgütlenme özgürlüğü ihlal edilmiştir. Muhalif siyasi parti binalarına, dernek binalarına güvenlik güçleri saldırılar düzenlemiştir.

Keza Gezi Parkı sürecinde akademik özgürlüklerde darbe yemiştir. Çok sayıda akademisyen ve öğrenciler hakkında iktidarın talimatıyla soruşturmalar açılmıştır. Akademik özgürlüğün çerçevesini belirleyen UNESCO ‘nun 1997 tarihli ‘Yüksek Öğrenim Personelinin Statüsüne ilişkin Tavsiye Kararı’ ihlal edilmiştir. İnsan Hakları hukukunda akademik özgürlükler AİHS 10. m. çerçevesinde koruma görmektedir. Nitekim AİHM Türkiye/Songuç davasında da aynı husus vurgulanmıştır.

İhlal edilen hakların başında sağlık hakkı da gelmektedir. Basınçlı suya ilaç katılması, biber gazı, yeterli ambulans ve acil sağlık personeli bulundurulmaması, yaralananlara dahi saldırıya devam edilmesi, sağlık hizmeti sunan ekiplerin engellenilmesi vs yıldönümünde de yaşanmıştır.

Keza yıldönümünde de konut dokunulmazlığı ihlal edilmiş. Birçok mahalle ve sokakta (Şişli, Kurtuluş, Pangaltı, Okmeydanı) konutlar saldırıya uğramıştır. AİHS 8. m. göre ‘herkes konutuna saygı gösterilmesi hakkına sahiptir’. Yine Anayasa 21. m. göre de ‘kimsenin konutuna dokunulamaz’. Birçok işyerleri de güvenlik güçlerinin müdahalesiyle zarara ziyana uğramıştır.

Keza Gezi sürecinde çalışma hakkı da ihlal edilmiş. Birçok memur ve işçinin işine son verilmiştir. İLO’nun ‘hizmet ilişkisine işveren tarafından son verilmesi hakkında 158 sayılı sözleşme’ ye göre ( m. 5d) ‘ siyasi görüş, hizmet ilişkisine son verilmesi için geçerli bir neden teşkil etmez’ denmektedir. Bu hükümde iktidarın talimatıyla ihlal edilmiştir.

Keza gerek gezi sürecinde gerekse yıldönümünde seyahat hakkı da ihlal edilmiştir. Taksim istikametine giden metro, finükiler seferleri, vapur seferleri iptal edilmiştir. Ulaşım yasaklarının yanında yoğun biber gazı kullanımı da seyahat özgürlüğünü etkilemiştir. Oysa Anayasa 23’e göre ‘herkes seyahat özgürlüğüne sahiptir’.

Sonuca yaklaşırken ünlü aydınlanma düşünürü Etienne de La Boetie (1530-1569) nin ‘gönüllü kulluk üzerine söylev’ inden bir alıntı yapalım; “Benim burada üzerinde durmak istediğim sorun, bu kadar insanın bu kadar köy, kent ve bu kadar ulusun nasıl olup ta erkini yalnızca onların kendisine verdikleri güçten alan tek bir tirana katlanabilmeleridir. Eğer tirana katlanma arzuları olmasaydı, tiranın onlara zarar veren erki olmayacaktı, eğer ona karşı koymak yerine onun verdiği acıyı sevmemiş olsalardı, tiranın onlara en küçük bir kötülük yapma olanağı olmayacaktı. Boyunduruk altında bir milyon insanın kendinden daha üstün bir gücün zorlamasıyla değil de sanki tek bir kişinin adıyla büyülenerek sefilce hizmet etmesini görmek, öylesine olağan bir şey ki, buna şaşırmaktan çok üzülmek gerekir.”

Aydınlanmacı Etienne’nin doğru ama karamsarlığından sıyrılarak, Noam Chomsky’e kulak verelim ‘Dünyayı Kim Yönetiyor’ isimli eserinde (İnkilap Kitabevi 2014) şöyle demektedir; “ Her ülkede gerçek iktidarı elinde tutan bir grup vardır. ABD de iktidarın nerede olduğu bir sır değil. Esasen yatırım kararlarını-neyin üretilip dağıtılacağını- belirleyen kişilerin elinde bulunuyor. Hükümet kadrosu genelde onlardan oluşuyor, planlamacıları onlar seçiyor, öğretisel sistemin genel koşullarını onlar ortaya koyuyor. İstedikleri şeylerden biride edilgen ve uyuşuk halk. Yani hayatı onlar için rahatsız kılmanın yollarından biri ‘edilgen ve uyuşuk olmamak’.” Yani Chomsky diyor ki zorbalığa karşı devamlı ve örgütlü bir şekilde vicdanın sesini yükseltmek gerekir. Zorbalık ve vicdan derken; Stefan Zweig’ın çok önemli ‘Köleliğe karşı özgürlük düşüncesi’ isimli eseri, ‘ Zorbalığa karşı vicdan’ ismiyle Can yayınlarından çıktı. Mutlaka okunmalı. Muhalefetteyken AK Parti bir aralar söylemde özgürlüklerden bahsediyordu. ‘Kalfalık ve ustalık’ dönemleri ise plebister tahakküm yılları oldu. İktidar öncesi özgürlükçü geçinen Calven’in iktidara geldikten sonra diktatör olması gibi. O dönemde de Castellio’lar Calven’e boyun eğmediler. Dünyanın her yerinde de ve bizim coğrafyada da Castelliolar çoğalıyorlar. Amerika’da vicdanın isyanını temsil eden doktor gibi.

Ne demişler; ‘Zulm ile abat olanın ahiri berbat olur’.