Muhafazakar ideolojinin kurucu metinlerinin başında Edmund Burke’un Fransız Devriminden hemen sonrasında, 1790 yılında yazdığı Fransa’daki Devrim Üzerine Düşünceler kitabı gelir. Burke, bu köşetaşı kitabında Fransız Devrimi’ni –daha doğrusu bizatihi devrim fikrini- kökten bir eleştiriye tabi tutar. Devrimciler, bir halkın kendi geçmişinden süzüp getirdiği ve en özlü ifadesini o ülkenin temel yasalarında bulan tarihsel tecrübesini bir kalemde silip atmıştır. Devrimciler, “tarihsel tecrübe” yerine “aklı” ikame etmişlerdir. O kendinden menkul –ve bu anlamda gayrı meşru- otoriteleriyle halkın tecrübesini bir kenara koyup kendi tasarımlarını halka dayatmışlardır.

Okuyacağınız yazı muhafazakar ideoloji ve onun soldaki alametleri üzerine olacak. Daha fazla ilerlemeden muhafazakarlığa ilişkin ilk tespiti yapalım: Muhafazakarlık gericilikten farklı bir şeydir; değişimi durdurup tarihi geriye sarmak peşinde değildir. Onun esas karşı olduğu, değişimin politik toplum üzerinden zorlanmasıdır. Sıradan insanları örgütleyen ve/veya örgütlenmelerini/ağlarını yaratmış insanların kendiliğinden gelişen mücadelelerinin üzerinde yükselen bir politik öznenin iktidarı ele geçirerek değişimi “yukardan aşağı” başlatmalarına karşıdır muhafazakarlar. Elbette her mevcut düzende değiştirilmesi gereken unsurlar vardır, fakat bu değişim daima tedrici olmalıdır. Zira, yüzyıllardan gelen tarihsel tecrübenin garantörlüğü olmazsa kıymeti kendinden menkul bir avuç maceracının (onların dilinde devrimciler yani) yapacakları, anarşi dışında bir şey doğurmaz. Burke’den bu yana bu eleştiri, “89 Yurtseverlerine” de, Ekim Devrimcilerine de aynı biçimde yöneltildi.

Ulusalcı solu bir kenara bırakarak, solun daha özgürlükçü kesimlerinde kendini hissettirmeye başlayan bir eğilime dair itirazi kaydımı dile getirmek için bu uzun girizgahı yaptım: Haklı zeminlerde başlayan Kemalizm eleştirisi, gittikçe devrim eleştirisine dönmeye başladı. Bu haliyle de oldukça muhafazakar bir tını vermeye başladı.

Dostum Roni Margulies’in –ki sıkı bir şairdir!- “Kim modern, kim değil” yazısını alalım (6 Ağustos, Taraf). Yazı, esas olarak Besim Dellaloğlu’nun henüz bütününü okuyamadığımız bir yazısına dayanıyor. (Roni, yazının tamamının AltÜst dergisinde basılacağını söylemiş; iletiyorum). Yazıda Dellaloğlu’ndan yapılan uzun alıntılar olmakla birlikte bu alıntıların orijinal yazıda hangi bağlamda yazıldıklarını görme şansım olmadığı için tartışmayı tümüyle Roni’nin yazdıkları üzerinden sürdüreceğim. Başka bir deyişle alıntılanan bölümlerin Roni’nin de fikirleri olduğunu varsayıyorum. Oldukça sorunlu bir varsayım olduğunun farkındayım. Fakat alıntıları, hiçbir eleştirel not düşmeden ve “iyi yazı böyle olur” eşliğinde sunduğuna bakarak bu varsayımı yapıyorum. Kaldı ki, Roni de kendi argümanlarını bu alıntıların üzerine bina ediyor zaten.

Önce şu cümleyle başlayalım: “Modernleşme siyasal bir projedir. Modernlik ise toplumsal bir süreçtir”. Niye ki? Mesela niye “modernleşme bir toplumsal süreçtir, modernlik ise modern olma halidir” olmasın? “Dir”/”dır” türü vaz edici bir dilden mümkün olduğu kadar uzak durmakta fayda var. Elbette her sosyal bilimci, herhangi bir kavramı kendi paradigması içinden tanımlama özgürlüğüne sahip. Dolayısıyla, bir hakikati vaz ediyor görünmek yerine hangi model ya da paradigma içinden tanım yaptığımızı okura söylemek daha anlamlıdır. Otoritemizin sınırlarını bilmek (ve göstermek) adına…

Yazıda Batı modernliğinin altında hangi dinamiklerin yattığına dair - ve Roni’nin hiçbir ek yapma ihtiyacı duymadığı- bir liste verilmiş: “Rönesans, Reform ve Aydınlanma”. Batı modernitesini anlamada en az bunlar kadar önemli olanları da ben ekleyeyim: köylü mücadeleleri, toplu dilekçe verme eylemleri, grevler, buhar makineleri ve o makineleri kıran işçiler ve onların gösteri yürüyüşleri ve o yürüyüşlere ateş açan polisler, Avrupa devletlerinin birbirleriyle girdikleri savaşlar ve o savaşları iyi yapabilmek için geliştirmek zorunda oldukları “yurttaş orduları” ve o orduları kurabilmek için geliştirmek zorunda oldukları “yurttaşlık hakları” v.s.

Ve elbette devrimler! 1560’larda Hollanda’lı devrimcilerin iktidarı almalarıyla başlayabilir hikaye… Sonra 1649’da tarihte ilk kez krallarının başını keserek iktidara gelen İngiliz devrimcileriyle, daha sonra Burke’un pek sevdiği o boğucu ve gayrı-adil gelenekleri yıkan ve ayrıcalıklar dünyasına –elbette sadece doğuştan gelen ayrıcalıklar dünyasına- son veren 1789-99 Fransız devrimcileriyle, 1830, 1848, 1871 ve elbette Ekim Devrimiyle de devam edebilir.

Bu çatışmalar, mücadeleler, katliamlar, savaşlar ve devrimler olmadan Batı modernitesi anlaşılamaz. Hele de bu modernleşme tarihinin “kendiliğinden”, “otantik”, “tedrici”, “barışçıl” v.s. olduğunu söylemek, kendi arzusunu gerçeğe dayatma gibi beyhude bir çabanın peşinde koşan muhafazakarlığa yakışır ancak.

Yazıya damgasını vuran “biz” ve “onlar” ayrımına dair de söyleyeceklerim var. Yekpare bir Batı modernitesine karşılık, yekpare bir Türk modernleşmesi… “İyi model”e karşı, “kötü model”… Bu özcü analizin sorunu şu ki, ne orası öyleydi, ne de burası böyle! Örnekleyebilirim: Yazar(lar)ımız “Modernleşme hissiyatı bir ‘geri kalmışlık’, bir ‘gecikmişlik’, hatta bir ‘yenilgi’ bilincidir” diyor(lar). Hatırlayalım: Yazar(lar)ımıza göre “modernleşme” kavramı bizim tecrübemizi ifade ediyor. Yani, otantik olana karşı zor yoluyla modernleşme.

Bu cümleyi Türkiye modernleşmesini anlatmak için kurmuşlar, ama gelin biz şeytan avukatlığı yapıp bu cümle içinde geçen üç kavramın her birinin “Batı modernleşmesi” için de ne kadar açıklayıcı olabileceğini gösterelim. “Geri kalmışlık”: 19. yüzyılda örneğin bir Belçikalının Hollanda karşısında kendisini tarif ettiği nitelemeydi. “Gecikmişlik”: Bir Alman burjuvanın İngiliz burjuvası karşısında kendisini tariflediği kavram tam da buydu. O muhayyel Almanımız “gecikmişlik” bahsinde saatlerce konuşabilirdi yazar(lar)ımıza. Bir dokun, bin ah işit! “Yenilgi bilinci” mi dediniz? Fransız Devrimine giden tarihsel süreç, Fransa’nın Amerika’da İngilizler karşısında aldıkları yenilgiyle başladı. Yenilgiyle çıktıkları “Yedi Yıl Savaşları”ndan (1756-1763) itibaren Fransız elitlerinin aklında sadece bir duygu vardı: İngilizlerden intikam. Eğer bir “yenilgi bilinci” varsa, bundan daha hasını bulmak zordur. İşte buna benzer örnekler…

Sonuçta yer kısıtıyla malul bir gazete yazısına –ve üstelik o yer kısıtı çerçevesinde kendine yer bulabilen akademik bir yazıya- eleştiri getirdiğimi biliyorum. Ama yine de verdiğim örneklerin, i) kavramları kullanırken toptancı olmamaya ve ii) “biz” ve “onlar” ayrımını mutlaklaştırmamak gerektiğine dikkat çekmesini ümit ediyorum. Ama en önemlisi şu: “kendiliğindenliğe” yapılan aşırı vurgunun muhafazakarlık dışında bir yere çıkmayacağının görülmesi gerekiyor.

Son noktaya iki küçük ek yapmalıyım: Ben muhafazakar demokratlarla birçok meselede yanyana –hatta kimisiyle aynı partinin çatısı altında bir arada- bulunmanın elzem olduğuna inanıyorum. Dahası, her küçük grubun kendisini “öncü parti” olarak sunduğu ve bu yönüyle Lenin’in kemiklerini sızlatacak bir sol geleneğe sahip olan Türkiye’de yukardan aşağı müdahalelerin sorunlu yanlarına ve toplumun kendi tarihsel tecrübesinin doğurduğu dinamiklere vurgu yapmanın da bir o kadar elzem olduğunu düşünüyorum. Ama bütün bunlar muhafazakarlarla tartışma alanlarımızın olmadığı anlamına gelmiyor. Tam tersine, o alanların farkında olmak gerekir. Aksi bir durum, zaten muhafazakar hegemonyanın kurulmuş olduğunu gösterir. Ben –henüz- o noktada olmadığımızı düşünüyorum.