2020 benim için acayip bir sene oluyor. Bir kere depresyona girdim. Gerçi depresyonumun gelişi 2019’da kendini göstermeye başlamıştı. Uykularımda hoplatmaya başladı önce, kendini hatırlattı. Ben, kontrol bende sakin ol diye, kendimi yatıştırıp uykuma devam ettim. Sonra içim bunalmaya başladı. Kaçıp gitme isteği yakaladım en derinlerimde, otur oturduğun yerde, dedim kendime.

Ondan sonra olanlar oldu. Bedenimin içinde en derine çöktüm. Ayaklarım sürekli hareket eder oldu evin içinde. Ama hiçbir yere gidemedim. Bir süre zihnimin içinde kelimeler uçuştu. Kaygılarımı kontrol edemez hale geldim. Hepsi dudaklarımdan döküldü. Bir süre hiçbir şey yapmadan öyle bekledim içimin en derinliklerinde.

Böyle bir girişi neden yapıyorum. Çünkü günümüzün salgın hastalığını tecrübeli bir ağızdan samimiyetle dinleyin istedim.

Depresyonun kıyısında gezen insanlar ufka bakmayı severler. Dizi ya da film seyretmek de o yüzden başka bir salgın.

Ben de seyrediyorum. Öyle böyle değil, sezon sezon diziler bitirdim. Araya filmler de sıkıştırdım. Ama hiçbirini anlatacak, yazacak güç bulamadım kendimde. Zaten uzun zamandır kurduğum cümleleri de beğenmiyorum. Bunun sebebi aynadaki halimden hoşlanmamam. İçimi dışımda görmeye tahammülüm yok.

Bugün cesaretimi topladım ve 2020 yılının bana çarpan dışını anlatmak istiyorum size, diziler ve etrafımızda olan olaylar üzerinden.

Uzun zamandır Netflix dizileri seyrediyorum sadece ve hep kafamı kurcalayan şey onların içerik politikası. Ne yapmak istedikleri, insanların zihinlerini nasıl yönlendirmeye çalıştırdıkları.

İzlediğim şeyleri hep bu gözle bakarak izliyorum.

Aliye ve The Witcher dizilerini izlerken dünyadaki kadın kavramının ne kadar doludizgin ilerlediğini düşündüm yine.

Her iki hikaye kendi içinde farklı anlam bütünlükleri taşısa da ana karakter kadın. Dünyayı değiştirmeye daha yakın, doğal yetenekleri çağlar içinde unutturulmuş dişil ve yaratıcı olan.

Öte yandan Aliye dizisi Göbekli Tepe gibi günümüzde önemli bir arkeolojik bilgi üzerinden ilerlediği için kavram kargaşayı da barındırıyor içinde.

Arkeoloji dünyasında yeni bir bilgi olduğu için henüz orada bulunan elde edilen envanterleri tarih içinde yerine oturmak zor bu günlerde, o yüzden yapımcılar hiç alakasız birinin romanından yola çıkıp diziyi çekmeye karar vermişler. Başka türlüsü, üzerinde çok söz söylemeyi gerektirir çünkü.

Tek güzel yanı her ne kadar yapımcısı bir Arap firması olsa da bizim yönetmen ve senaristimizin katkısıyla çekilmiş bir yerli dizi olması. Aynı yapım şirketi Muhafız dizisini de çekmişti. Ondan daha iyi bir hikayesi var sayılır.

Ve bizim melez dizimiz dünya platformunda yer bulmuş. Bu önemli.

Bu hikayede Anadolu’nun Göbekli Tepe’ye atfedilecek tüm efsaneleri peş peşe boca edilmiş ama olsun. Sonuçta, bir hikayenin kendi bütünlüğü içinde gerçekliğinin olmasıdır, asıl olması gereken, diyor ve konuyu kapatıyoruz.

1 Ocak’ta Al Massiah dizisi vardı. Onu da oturup seyrettim. Aman Allah’ım dedim, neler oluyor böyle? Din ile ilgili amma keskin şeyler. Çünkü ondan önce Hz. İsa ile ilgili iki bölüm dizi seyretmiştim. Birini yazdım. Diğeri Son Akşam Yemeği ile ilgiliydi. The Last Hangover. Onu yazmaya cesaret edemedim. Çünkü esprileri anlayabilmem için son akşam yemeği hakkında, havariler hakkında bilgi sahibi olmam lazım. Durum komedisi çünkü. Çeviride de problem var belki. Her şeye gülemedim. Bir de sonuçta benim için de kutsal bir konu. Seyretme cesaretim olsa da anlamaya çalışıyorum. Burada yaşıyorum. Yasaklarla büyümüşüm. Zihnimin kapaklarını ne kadar zorlasam da benim de sınırlarım var.

Son Akşam Yemeği’ni bugün yaşayan birinin son akşam yemeği gibi düşünüp yazmışlar. Ama karakterler o dönemin insanları ve o çarmıha gerilme olayı. Havariler sebep oluyor buna.

Olayı ilk başlatan da İsa. Bana bir şey olmaz hadi elime bir çivi batırın, diyor. Bir çivi ile başlıyorlar. Sonunda hızlarını alamayıp onu tahtanın üzerine koyup başına tel sarıyorlar. Kendilerine geldiklerinde, bu tel fazla olmuş diyorlar. -Bu arada hepsi uyuşturucunun etkisinde- Bir ara uyumaya giden havari (Yahuda) de ne oluyor burada derken, iş onun başına patlıyor. İroni şahane.

Mesih dizisini görünce, ne oluyor dedim, böyle peş peşe diziler. Bu neyin ayarı? Netflix’in açıklaması da gayet güzel. Hikayelerin hiç biri bizi bağlamaz, özgür bir dünyada yaşıyoruz. Hikayelerin hepsi kurmaca.

Mesih’te daha tanıdık olaylar var. Sanki haberlerde okuduğunuz, hikayesini bildiğiniz bir insan hikayesiyle başlıyor sahne.

Üç din de nasibini alıyor 10 bölüm boyunca. Amerikalılar çektiği için en çirkin korkutucu gösterilenler Müslümanlar. İsrail acımasız. Amerika’da ise iyi de var kötü de. Tüm Amerikan dizilerinde olduğu gibi kafayı bir olaya takmış CIA ajanı var. Ama o da bir yerden sonra sistemin kurbanı oluyor doğal olarak.

Allahın hikmeti işte :)

Her neyse 10 bölüm boyunca, bu ne diye düşündüm. Bu adam gerçekten Mesih mi yoksa sihirbaz mı? Zaten hikaye de öyle kurgulanmış. Senin öyle düşünmeni istiyor. Devamı olur mu? Ona kafa patlattım. Nasıl gelir devamı? Bir Mesih 2. sezonda neler yapar?

Tam bunlara kafa yorarken yeni yılın ilk günlerinde haberlerde füzelerin uçuştuğunu gördüm. Zaten kafam yanmıştı. Ay dedim Mesih gelsin. Hepimize gelsin. Yoksa dedim, gelmiş mi? Buralarda gezdiği de söyleniyor aslında uzun zamandır, bilemedim. En azından bu dizideki gibi eli yüzü düzgün biri olsaydı bari.

Güzel günlerde görüşelim ve görüşmelerimiz iyiliklere vesile olsun.