Sansür bu topraklarda yeni bir şey değil ve fakat şaşırmayacağımız, kanıksayacağımız, olağan sayacağımız bir şey de olamaz. Devlet hiyerarşisi içinde bürokrasiden başlayıp çeşitli kurumlara, örneğin üniversitelere, vilayete ve yerel birimlere kadar sirayet eden sansür kimi zaman ilköğretimde okutulan ders kitaplarıyla, kimi zaman basımı ve yayımı yasaklanan ve hattâ toplatılan kitaplarla ve yine yasaklanan şairlerle, filmlerle, belgesellerle sıkça uygulanageldi. Ya keyfî nedenlerle ya işgüzarlıkla ya korkuyla ya da kamuoyundan saklanılması gereken –“devlet sırrı” gibi– enformasyon olduğunda…

Devlet ve onun uyanık iş çevirici yöneticileri tarafından kamuoyundan bilgi, belge, vesika ve benzerlerinin gizlenmesine gerekçe olarak yine “devletin-milletin çıkarı” öne sürülür genelde. Toplumun genel çıkarı şeffaf bir yönetimde ve ne olup bittiğini bilebilmesinde midir, açıklanması suç sayılan sırları olan bir kapalı bir devlet düzeninde midir tartışılmaz. Sansür mekanizmasının en çok işlediği alanlardan biri –ve belki de ilki– medyadır ki orada bir başka sansür tipi, oto-sansür de işin içine girer. Yakın tarihte, çoğunlukla patron çıkarı, yayın politikası ve bazen de devleti/iktidarı ve kurumlarını karşına almamak için bilinip de yayımlan(a)mayan nice haber vardır. Neticede Ahmet Ümit’in güzelim romanında (Elveda Güzel Vatanım) dediği gibi: “Devletin derinlikleri, toprağın derinliklerinden daha karanlıktır.”

Sansür tek bir nedeni olmayan çok yönlü bir mekanizma olarak geçmişte olduğu gibi bugün de yürürlükte. Mesela sanat alanında da… Mehmet Aksoy imzalı İnsanlık Anıtı heykeline siyasî egemen tarafından ucube denilmesinden sonra heykelin yıkılması (2011) sanatta devlet sansürüne ilk örnek değil. Ama ne o ne de tiyatroların özelleştirilmesi gerekliliği topluma üflenirken 4-5 yıl evvel Devlet Tiyatroları tarafından dünyaca ünlü oyun yazarı William Shakespeare’in tiyatro repertuvarının mihenk taşlarından “Macbeth”inin yasaklanması da sanatın, özelde tiyatronun icra alanına son müdahale.

Biraz daha günümüze doğru geldiğimizde 2016-2017 sezonuna girilirken sadece “yerli ve millî?” oyunların sahneleneceği duyurulmuştu: Yani “çağdaş tiyatroya öncülük eden” en uzak köşelere tiyatroyu götürmek için kurulan devlet tiyatrolarında Shakespeare, Brecht, Beckett, Çehov, Schiller gibi “evrensel” yazarlar sahneye konulmamalıydı! Ama o yetmez, mesela “millî ve manevi?” olmadığı için Turgut Özakman’ın “Resimli Osmanlı Tarihi”, Tuncer Cücenoğlu’nun “Çıkmaz Sokak” oyunlarına da sansür uygulanmalıydı. Niçin? Yukarıdakiler öyle istediğinden.

Tamamıyla devlet-sanat ilişkisini konu almıyor bu yazı ne de devletin tiyatrosu olur mu olmaz mı gibi bir tartışmayı açıyor; değinmeye çalıştığım siyasî iktidarlar değişse de en azından bunca yıllık birikimi olan kurumların kısmî özerkliğini dahi artık kaybetmesi: Son yıllarda Macbeth’in yasaklamasından “millî ve yerli” oyun zırvasına değin iş görmüş “sanatçı-bürokrat” tavrı…

En yalın hâliyle bu ilkesiz dirayetsiz ikiyüzlü duruşa hem de çok kolayca özelden resmisine, en çok da siyasetçisinden kapitalistine her kurum ve yöneticisinde ve dahi çeşitli meslek gruplarıyla farklı kesimlerde rastlayabilirsiniz. Hattâ günümüzde artık ilkesizlik artık geçerli tek akçe hâline gelmiş olabilir; liyakatin, meslekî ilkelerin, vicdanın, emeğin, erdemin, eşitliğin, hakkaniyetin karşısına kayırmacı, oportünist, hukuksuz, tüm etik değerlerden arındırılmış; mutlu azınlığıyla ama yoksul ve haklarından yoksun bırakılmış insanlarıyla halklarıyla bir sömürü düzeni kurulmuş olabilir. Ama doğası gereği muhalif olarak tanımlanan sanatın, insana-topluma bir ayna tutan tiyatronun kurumlarında çürümenin ne derece hızlandığını göstermesi bakımından da önemli, ilkesizlik…

TBMM’de Çanakkale anması için düzenlenen temsilde anne-oğul vedalaşma sahnesinin oyundan çıkartılarak veya kısıtlanarak sansür uygulandığı, dahası akışın değiştirilerek kadın oyuncuların asıl rollerinin son anda ellerinden alınmasına yönelik tartışmalar sürüyor. Konunun merkezinde TBMM Başkanı İsmail Kahraman ve kadın oyuncular yer alıyor.

Ankara’da bir Devlet Tiyatrosu oyuncusunun yönetmenliğinde kurumda sözleşmeli çalışan sanatçıların sahneleyeceği oyuna günlerce prova yapılmış oysa. Programın başlamasından bir saat önce Meclis Başkanı’ndan sahneye kadınların çıkmaması yönünde talimat gelmiş. Emir büyük yerden olunca oyunda kadın oyuncuların yer aldığı bölüm çıkarılarak, bir nevi sansürlenerek sahnenin kenarında kadınların yalnız şiir seslendirmeleri şeklinde “çözüm” bulunmuş. Hattâ Başkan “Bayanlar çıkmıyor değil mi? Aferin” diyerek emin olmak istemiş kadınların aktif olarak sahnede olmayacaklarından. Etkinlik öncesi tiyatro ekibinin ise tümden sahneye çıkmayı reddettiği ancak DT Genel Müdürü’nün gösterinin yapılması yönünde talimat verdiği konuşuluyor.

“Özerk” bir kurumun, DT’nin Müdürü’nün hiçbir itirazda bulunmaması, aslî işi olan oyunculukla bürokrasi arasına sıkışmış tipik bir “sanatçı-yönetici” davranışı olarak işte dünden geliyor. İlkelerden bir kez ödün verdiniz mi, o yalnız sizin kişisel ve meslekî yaşamınızda daha sonra vereceğiniz kararların nasıl olacağını, nerede duracağınızı değil; görev aldığınız kurumların politikasını, işlerin nasıl işleyeceğini de belirliyor ne yazık ki. Macbeth’i yasaklayan, salt “millî-yerli” oyun sahneleneceğini açıklayan müdür artık o koltukta oturmuyordu belki ama yerine getirilen kişi de onu aratmıyordu işte: Devlette süreklilik esastır!  

Tiyatro açısından tam bir sansür olayı olarak anılacak bu müdahale sadece bir sansür değil onur kırıcılıktan cinsiyetçiliğe, emeğe saygısızlıktan insanî değerlerin yerle yeksan edilmesine değin malûl bir zihniyetin tezahürü. Laiklikle başından beri sorunu olduğunu her fırsatta dillendiren geçmişiyle nam birinin bir “millî” anmayı konu alan oyun dolayısıyla bile kadınları dışlaması başka nasıl anlatılır ki?

Ama devletin/iktidarın ve ittifakının sürekli dışlayıcı tavrı yalnız vatandaşların mutluluğunu tayin etmek için seçtiği temsilciler aracılığıyla siyasal sistemde temsili üzerine kurulu bir parlamentoda, Meclis’te düzenlenen bir anmada gösterdiği reaksiyondan ibaret değil. Bugün siyasal muhalefet bertaraf edilip liderleri, milletvekilleri cezaevine gönderilerek, vekillikleri düşürülerek, farklı meslekî, siyasî ve toplumsal kesimlerden insanlar (Kürtler, Aleviler, gazeteciler, yazarlar, komünistler, kadınlar, akademisyenler, sanatçılar, memurlar, işçiler, öğrenciler, sivil toplum kuruluşlarının yöneticileri) tutuklanarak, işsiz ekmeksiz bırakılarak, anayasal güvence altında olan temel hakların elden alınacağıyla tehdit edilerek ya da ölümle cezalandırılarak yine “millî ve yerli” diye kodlanan bir söylemle, “temsilî demokrasi” de yıkılarak kuruluyor yeni rejim. Hedefinde toplumsal barışın, insanî değerlerin, sanatın olması bir neden olduğu kadar da sonuç.