1 Ağustos 2014 tarihinde yürürlüğe giren İstanbul Sözleşmesi, bizzat sözleşmenin ilk imzacısı olan Türkiye Cumhuriyeti devletinin o zamanki yönetiminin kendisi ve ona destekçi olanlar arasında yer alan birtakım gericiler tarafından gündeme meze olmaya devam ediyor. Tam da kadına yönelik şiddet, tüm yakıcılığı ile devam ederken bu şiddete karşı ilerici ve kapsayıcı bir vizyon sunan İstanbul Sözleşmesi, karanlık ve raf ömrü tükenmiş hayat algılayışlarını fikriyat diye yutturmaya çalışan ve teorileri can çekiştiği için siyasi varlık sebepleri ortadan kalkacak olanların korkusu nedeniyle tartışma konusu haline getiriliyor. Siyaseten iflasını çoktan vermiş olan AKP – MHP – Erdoğan – Bahçeli iktidarı da ellerinde kalan tek oyun olan toplumsal kutuplaştırma, inanç – milliyetçilik ekseninde gündem yaratma alışkanlığıyla elbette bu tartışmaya “Bizim oyları olumlu yönde etkiler mi?” düşüncesiyle çanak tutuyor. Oysa başta da belirttiğim gibi 2014’te imzayı atan Tayyip Erdoğan hükümeti. Ama olsun kandırılmak gibisi yok. Kandırıldığını fark edince de bir şey olmuyor zaten değil mi? Bu yavan İstanbul sözleşmesi tartışmasında kendine kendince muhazafakar diyenler, sıkça ve mide bulandıran bir şekilde LGBTİ+ bireyleri hedef alıyor ve “LGBTİQ+ Hareketi ile yan yana olunmaz”, “Bu harekete karşıyız” gibi cümleler de kuruyorlar. O halde bu meselenin düğüm noktasına bakalım. LGBTİ+ ve Kadın mücadelesi, hareket değil karşı harekettir, yani aksiyon değil reaksiyondur. Hareket yani aksiyon ise bizzat bu cümleleri savunan baskıcı, tekçi, eril, tahakkümcü iktidar düzenini kuranlardır. Bu nedenle harekete karşı olanlara asıl ben senin hareketine karşıyım demek için biraz detaya inelim.

Yıllardır, bizzat muhatapları tarafından bile Türkiye’nin en önemli sorunlarından biri olarak “Kürt sorunu” sayılır. Ben bu soruna Kürt sorunu değil Türklük sorunu kavramıyla yaklaşırım, aynı şekilde de Kadın sorunu yerine Erkeklik sorunu demeyi tercih ederim. Bunun nedeni ise sorunu yaratan alanın iktidar oluşudur. İktidar alanı ve sorun bağlamında bu konuları ayrıca ileriki yazılarda tartışmak istiyorum. Ancak LGBTİQ+ hareketi kavramının, buna karşı olduğunu söyleyenlerce ele alınış biçimine itirazıma buradan başlamak istedim. LGBTİQ+ hareketi, bir harekete karşı mücadeledir. İnsanların yaşamlarını, tercihlerini, iradelerini değiştirmeye yönelik değil kendilerine dayatılan değiştirme, yok sayma ve tecride karşı bir mücadeledir. Yani aksiyon; heteronormatif alan dışında var olan tüm biçimlerini ve varlığını yok sayan, kendisini cinsiyet kimliği ya da yaşam tercihi olarak bu şekilde tanımlayan insanları, hasta, sapık, sapkın gibi ötekileştirici ve suçlayıcı bir dille dışlayan egemen – iktidar alanından geliyor. Dolayısıyla hiçbir LGBTİQ+ birey ya da bu gerçekliği eşitlikçi bir şekilde tanıyan kişiler, kendisini heteroseksizm üzerinden tanımlayan ya da yaşayan insanları, yaşamlarında bir pratik değişime zorlamıyor veya talep etmiyor. Talep edilen; baskı, yok sayma ve eşitsizliğin ortadan kaldırılmasıdır. Mücadele ise bu baskı, yok sayma ve eşitsizliğin sürdürülmesini talep edenlerle tüm kamusal ve bireysel alanlarda verilir, veriliyor ve verilecek de.

LGBTİ ve Kamusal Alan

Eğer bugünün modern dünyasının yarattığı ve son iki yüz yılda siyasi mücadelelerle kazanılmış, bireyin temel hak ve özgürlüklerine göre bir dünyaya inanıyorsanız (bu arada ister inanın, ister inanmayın, durum böyle ve daha da ileri gidecek) Türkiye de dahil hiçbir ülkenin herkes için geçerli manevi-ahlaki-dini değerlerinden bahsedemez, bu tür bir genel kabulü dayatamazsınız. Kendi inancınız, yaşayış biçiminiz, tercihleriniz, tamamen sizi bağlar. Bu tercihlerinizin şekilsel dışavurumları ya da fikri söylemleriniz için kimseyi ikna etmek zorunda da değilsiniz, aileniz ve en yakınlarınız kimse onlar da dahil. Başı örtülü bir kadın, benim için o gün başını örtmüş bir insandan fazlası değildir, çok kısa şort giyen bir erkek de o gün çok kısa şort giymiş bir insandan fazlası değil. Tıpkı takım elbise giyenin ya da cübbeyle gezenin olduğu gibi. Kamusal alanı ilgilendiren, bireylerin cinselliği, cinsiyetleri, giyimleri, okudukları, konuştukları, nasıl yürüdükleri, ne yazdıkları, ne yiyip ne içtikleri değil ortak yaşam pratikleridir. Birey hukuku temelinde özgürlükçü ve devingen demokrasi budur. Ve bu türlü bir yaşam da bugünün ihtiyacından öte gerçeğidir. Tıpkı yıllar önce “fenomen” olan o videodaki adamın söylediği gibi “Herkesin hayatına kimse karışamaz.”

LGBTİ ve Aile

Şu anda Blu TV platformunda izlenebilen Margaret Atwood’un yazdığı “The Handmaids Tale - Damızlık Kızın Öyküsü” isimli romandan uyarlama, aynı isimli bir dizi var. Romanda kurgulanan Gilead isimli distopik ülkede, ki aslında ABD’nin bir grup tarafından ele geçirilerek dönüştüğü ülkenin adı, kadınların tamamının ikinci sınıf ve doğurmaktan başka bir işlevi olmayan insanlar olduğu kabulü var. İnsanlığın soyunun tükendiği paniğiyle de Gilead’da soylu ancak çocuğu olmayan heteroseksüel çiftlere, erkek tarafından düzenli döllenmek suretiyle sağlıklı damızlık kadınlar veriliyor. Escinseller zaten tahmin edileceği gibi sapık ve öldürülüyor. Verimli ve soylu olmayan kadınlardan “namuslu” olanlar çeşitli görevlere, “namussuz” olanlar da ya ölümcül işlere ya da soylu erkeklerin zevki için fahişeliğe gönderiliyor. Varlıklı, soylu olmayan erkekler de verimlilik durumuna göre; asker, şoför vesaire hizmet alanında değerlendiriliyor. Nasıl? Çok mu distopik geldi? Belki de birilerinin ütopyasıdır? Peki böyle bir dünya yaratmak mümkün mü? Aslında zaten yaratılmış ve yaşanan dünya, yazar tarafından sembolize bir dille steril hale getirilmiş durumda. Yoksa biz bu tasarımın çok uzağında yaşamıyoruz sadece karmaşıklıktan dolayı, onun öyle olduğunu anlamıyoruz. Gilead’da da Türkiye’de ve başka birçok yerde de ailenin kutsanması ve aile hayatı kabulüyle insanların bireysel tercihlerine, uygulanan baskı, meşrulaştırılmaya çalışıyor. O zaman bu şekilde konuşan ya da düşünen insanlara önce şunu sorayım: Siz aileden ne anlıyorsunuz önce bir onu anlatın bakalım, belki de aklınızdaki tanım pek de gerçeklere uymuyordur.

Karşı Olamazsınız Haddinizi Bilirsiniz

Sonuç olarak Feminist mücadele de LGBTİQ+* mücadelesi de insanları istemediği bir şeylere özendirme, baskılama ya da bir yaygınlaştırma amacında değildir; hak arama, eşitlik ve tanınma mücadelesidir. Baskıya, başkası adına hüküm vermeyi kendinde hak görenlere, eril dünyaya karşı bir tepki, reaksiyon yani karşı harekettir. Bu karşı harekete karşı olamazsınız, kendinize çeki düzen verir, bu hareketlerden genel kabül, genel ahlak ve yargılar dışında başka var oluş ve hayatlar ve hakikat olduğunu öğrenir ve haddinizi bilirsiniz. Siz LGBTİQ+ değilseniz, (ki bu tanımın aslında neyi/neleri karşıladığı ayrıca konuşulmalı) olmazsınız, öyle yaşamazsınız, hepsi bu. Siyasi olarak kamusal alanda barış ve saygı-özsaygı çerçevesinde birlikte yaşamak zor değil. Zorlaştıranlar, her zaman gözü dönmüş iktidar düşkünleridir.  

* LGBTİQ+: Lezbiyen, Gay, Biseksüel, Trans, İnterseks, Queer ve diğer cinsel yönelimler ile kimlikler.