Söz konusu depremler, kasırgalar, salgın hastalıklar, taşkınlar ve askeri çatışmalar gibi felaketler olduğunda akla ilk gelen, bu olağanüstü durumların bireyler ve toplumlar üzerindeki yıkıcı psikolojik etkisi oluyor. Örgütsüzleşme, bencillik, saldırganlık, yağmacılık ve diğer antisosyal davranış biçimleri. Bununla birlikte tarihteki bazı örnekler, felaketlerin toplumlar üzerinde çok ‘olumlu’ etkileri olduğunu da gösteriyor. Charles Fritz, 1961’de yazdığı Afet ve Ruh Sağlığı makalesine şu soruyu sorarak başlıyor: “Felaketler sırasında beklenen yıkıcı tepkiler gerçekleşmezse ya da marjinal olarak kalırsa, sosyal hiyerarşilerin geçici olarak parçalanması yeni fikirlerin, sistemlerin ortaya çıkabileceği bir alan oluşturursa, afetler önceden var olan derin çatışmaları geçici bile olsa çözerse, ne olur?” Afetlerin ‘normal’ koşulları yaşanmaz hale getirmesiyle, toplumsal dönüşüm momenti yakalamak için fırsatlar doğurduğu bir gerçek. Ancak bu dönüşümün ne yönde olacağını belirleyen birçok faktör de var.

Naomi Klein 2009 tarihli Şok Doktrini adlı kitabında ‘Felaket Kapitalizmi” olarak adlandırdığı bir duruma işaret ediyordu. Klein kitabında, toplumun ‘normal’ zamanlarda direnç gösterdiği liberal ve neoliberal politikaları benimsetmek için iktidarın felaket psikolojisinden nasıl faydalandığını tarihsel örneklerle anlattı. 2001 İkiz Kuleler Saldırısı, 2003 Irak işgali ile birlikte yürürlüğe giren anti-demokratik uygulamalar; 2004 Hint Okyanusu tsunamisi ve 2005 New Orleans Katrina Kasırgası ile birlikte yerel sakinlerin yerlerinden edilerek değerli arazilerin şirketlere tahsis edilmesi, Klein’ın argümanını destekleyen çağdaş örnekler arasındaydı. Felaketler, iktidar bloğu için neoliberal politikaların uygulanması, kamusal kaynakların sömürülmesi ve anti-demokratik kanunların işlerlik kazanması için bir fırsat olarak değerlendirildi. Gerçekten de, yaşadığımız Koronavirüs Salgını sırasındaki olağanüstü dönemde, hükümetin iş yaşamına yönelik aldığı tedbirler kapsamında gerekli görülen Kısa Çalışma ve Ücretsiz İzin (-ki bunlar işten çıkarmanın yasaklanması olarak lanse ediliyor) gibi kanunların, yıllardır uygulamaya çalışılan neoliberal esnek çalışma rejiminin birer yapı-taşı olduğunu fark etmek, bunların salgın sonrasında işverenler lehine dönüştürülerek kalıcı olmasının çalışanların iş güvencesine vereceği yıkıcı zararı öngörmek kolay olmuyor. Üstelik salgının en yoğun olduğu bu dönemde birçok değerli kamu arazisinin de özelleştirildiğini ancak satır aralarında okuyoruz. Yaşadığımız şartlar altında, esnek çalışma rejimine ve rantın adaletsiz dağıtılmasına karşı mücadele eden siyasi parti, sendika ve diğer sivil toplum kurumlarının bu gelişmelere karşı söz ve eylem üretebilmesi de oldukça zor görünüyor.

Peki iktidarlara “Felaket Kapitalizmi” için alan açan olağanüstü durumlar, toplumlara “Felaket Kolektivizmi” için de fırsatlar yaratır mı? Fritz bu soruya olumlu cevap veriyor. 1917 Ekim Devrimi, İspanya İç Savaşı dönemlerinde yapılan araştırmalar, insanların bu olağanüstü dönemlerde yeni toplumsal roller buldukları için psikolojik sıkıntılarda oransal olarak büyük düşüş görüldüğü; bu dönemlerde saldırgan davranışların, intihar vakalarının önemli ölçüde azaldığını; hırsızlık vakalarında düşüş gözlemlendiği; bununla birlikte dayanışma ve yardımlaşmanın arttığını, felaket öncesi toplumsal ayrımların bir süreliğine de olsa zayıfladığını gösteriyor. Fritz, bu iyileşmelerin, bozulan kurumsal yapıların ve sosyal sistemlerin felaketlerle sonrasında yeniden yapılandırılması sürecinde önemli fırsatlar yarattığına inanıyor. Toplumların felaketler sırasında, önceki toplumsal yapılardaki çarpıklıkları, ekonomideki adaletsizliği, sistemdeki bozukları daha iyi fark ettiğini, bunlara müdahale etmek için daha istekli olabileceklerini savunuyor. Örneğin 1793’de Philadelphia'daki Sarı Ateş Humması salgını sırasında, 1937'de Maryville Tennessee selinde; ABD’deki ırkçılığın aşındığını, beyazlar ve siyahlar arasındaki işbirliği ve yardımlaşma pratiklerinin, toplumun ırk ayrımcılığı sorununun çözülmesinde önemli köşe taşları olduğunu söylüyor. Hayatta kalma mücadelesi söz konusu olduğunda, ırk kimliği bir süreliğine de olsa önemsizleşiyor ve bu sonrası için bir moment yaratıyor.

Bugün, salgının yönetimlerdeki totaliter eğilimleri mi güçlendireceği yoksa daha demokratik ve adil bir toplum için bir fırsat mı yarattığı tartışması; Naomi Klein ve Charles Fritz’in felaket dönemlerine yaklaşımlarının günümüze yansıması. Örneğin Yuval Noah Harari: totaliter yönetimlerin krizle daha hızlı ve etkin başa çıktığı varsayımıyla, toplumlardaki korku ve gelecek endişesinin totaliter eğilimleri güçlendirebileceğini söylerken; Slavoj Žižek, salgını kapitalizmin bir kırılma anı olarak görerek yeni bir toplumsal düzen için fırsatlar yarattığını iddia ediyor. Yukarıdaki tarihsel örnekler de gösteriyor ki; felaketler zorunlu olarak olumlu ya da olumsuz toplumsal değişikliklere sebep oluyor. Mevcut eşitsizlikler artabiliyor, toplumun daha eşitlikçi ve demokratik bir noktaya ulaşması için bir kırılma da yaratabiliyor. Bu nedenle, toplumsal örgütlenmelerin toplumsal işlevleri tekrar eski haline getirmekten çok daha ötesine bakma zorunluluğu var.

‘İyileşme’ tekrar eski hale dönme değil, eskisinden farklı ve daha iyi bir topluma doğru mesafe almak olarak değerlendirilmeli. Bu da mevcut örgütlenme yapılarını yeniden değerlendirerek, dayanışma ekonomilerini inşa ederek, informal toplulukları ve kolektivizmi güçlendirerek, mevcut kültürel ve siyasi ayrımlar üzerinden yapılan katılaşmış siyaseti terk ederek başarılabilir. Yardımlaşma pratikleri yeni bir siyaset için bir çıkış noktası olarak görülmelidir. Elbette neoliberal fırsatçılığa karşı uyanık olmak da önemli.