1990’lı yılların ilk yarısında, bir işçi havzasında tanıdım onu. Sınıf bilincine sahip komünist bir işçi olarak, adı uzun aslı küçük bir grup adına işçileri örgütlemeye çalışıyordu. Uzun süre o bölgedeydi. Bu örgütlenme işinde başarılı değildi. Verdiği emek inanılmaz düzeyde olmasına rağmen, bazı sorunları vardı. Çok öfkeli, kızgın, uzlaşmazdı. Uzun uzadıya kitabi bilgilerle, çoğunlukla Marksist önderlerden alıntılar yaparak konuşurdu. Mutlaka Marks der ki, Lenin’e der ki, Stalin der ki diye anlatırdı. Mübarek, sanki Bolşevik Lenin’in fahri elçisiydi ve Ulyanovsk şehrinde yaşıyorduk. Çok az bir çevresi vardı. Sonradan öğrendiğime göre, çevresindekiler de kendi dergisinin okurları bile değildi. Kızgındı işte, adam. Bunca bildiri, dergi, konuşmaya rağmen bir türlü partisinde örgütlenmeyen işçilere kızıyordu.

“Bunlar lümpen proletarya” derdi bazı zamanlar işçilere.

Lakin Allah var, büyük bir azimle çalışıyordu. Gece gündüz bitmez tükenmez bir enerji. Şahsen ben onun yalnızlığına üzülür, inancı ve enerjisini severdim.

Biz işçiler arasında çoğaldıkça, aklımıza bir fikir geldi. Neden bir kahve açmayalım. İşçilere ulaşmak için en kestirme yol. İşçilerin en yoğun yaşadığı gecekonduların içinde, kahveyi açtık. Orada yürütülen politik çalışmayı, dağıtılan dergileri ve nihayetinde yapılan toplantıları görüyordu. Zira ondan saklama gereği de duymuyor, zaten gizli saklı bir iş de yapmıyorduk. Sonuçta en geniş kitle çalışmasıydı bu.

Bir gün sanırım kaldığı yerde sorun çıkmış olmalı ki ta akşama dek kahvede oturdu. Hissettim ki gidecek yeri yok. Bu duygunun uzmanıyız ne de olsa.

“Abi bizde kal, bizimle kal bu gece” dedim.

Bir yaz gecesiydi. Fabrikaların görkemli ışıkları, bacalarından tüten dumanlar, tepelerde gecekonduların ışıkları, bu şehir, bu alem, bu insanlar, hüzün değil, efkar veriyordu insana.

“Kahvenin ruhsatı var mı?” diye sordu bana.

Soruya gayri ihtiyari “yok” dedim.

Ya kapatırlarsa dedi.

Çok komik bir şey demişçesine kahkaha ile güldüm. Biraz da hüzünlendim. Adamın dünyasındaki meşruluk mevzusunu düşündüm.

Alındı gülmeme Komünist Muhsin.

“Bre abi sen nasıl bir komünistsin. Kim benim kim kapatabilir? Kimin gücü yeter? Biz meşruyuz. Esas biz onları kapatacağız” dedim. Aslında hayatla bağı yoktu adamın, hayatın birçok mevzusunu bilmiyordu. Hayatımız, meşruluğumuz, haklılığımız ve kazanacağımız üstüne birçok şey anlattım ona.

Birden; “Zaten Komintern 1. Kongrede sizi mahkum etmiş” dedi.

Çok zoruma gitti. O dönemde Mitka Gribçeva adlı yazarın “Seni Ölüme Mahkum Ediyorum” romanını okuyordum.

Öfkelendim, “Komintern’i kim takar, gelsin yüzüme söylesin, öyle kendi kendine, mahkum ediyorum, şu bu demesin. Bizi 12 Eylül paşaları yargılayamadı, Komintern kim?” dedim.

Değerli okur, yazdıklarımdan anlaşılacağı üzeri, Komintern’i algılayamadım Ahmet, Mehmet gibi bir şey sandım. Oysa Üçüncü Enternasyonal deseydi, mevzu olmayacaktı. Bu olay üzerine Muhsin’in lakabı Komünist Muhsin’den, Komintern Muhsin’e çevrildi.

Neyse lafı uzatmayalım değerli okur. Hep lafı uzatıp, ana fikri kaçırıyorum. Muhtemelen sende eee ne demeye getiriyorsun lafı, diyorsundur.

Zaman geçti. Derneğimizin tabelasını astığımız ve dergilerimizin bürolarını kurduğumuz gün, bize de yeni yollar göründü. O şehre, işçilere, yol arkadaşlarımıza ve Komintern Muhsin’e elveda dedik.

Yıllar sonra duydum ki, gece bildiri dağıtırken, Komintern Muhsin’e, araba çarpmış. Ölümden dönmüş, tedaviye ihtiyacı var. Tedavisi olsa yürüyebilir.

O zamanlar malumunuz üzere Ankara’da kitapçılık yapıyordum.

Çevremde onlarca meslekten insan vardı. Lakin adını yeni duyduğum meslek olan fizyoterapist yoktu.

Şimdiki TKP’nin evveliyatı olan SİP ya da STP hangisi hatırlamıyorum, o partiden ayrılmış bir doktorlar grubu vardı. Tertemiz bembeyaz adam ve kadınlardı. Bazen görüşürdük. Tırıl tırıl (bu hep kullanılır ne ise artık) elbiseleri, ütülü gömlekleri, sütlü kahve içme biçimleri, şaraptan anlamaları, yemek yerken çatal bıçak kullanmaları, yemeğe çorba ile başlamaları, akşam yemeğinde sadece salata yemeleri felan. Kendimi tuhaf ve ezik hissederdim aralarında. Bembeyaz solculardı. Lakin severdik birbirimizi. Güzel insanlardı. Bu doktorların bazıları Amerika’ya gitti sonra dediler. Çok cesurlardı, birçok şey için minnettarım onlara. Nice devrimciye, yoksulla, çaresize sağlık hizmeti verdiler. İsimlerini, yüzlerini unuttuğum bu arkadaşlara her zaman minnettarım.

İşte bu adamların birine sordum. Fizyoterapist diye bir şey var. Aranızda var mı öyle biri?

O da “Yok ama buluruz. Ne için lazım?” diye sordu.

Komintern Muhsin’i anlattım.

Fizyoterapist bulunur, yüzlerce kilometre yol gidilir, Komintern Muhsin, tedavisi için Ankara’ya getirilir, ev, ulaşım, refakatçi, şu, bu birçok dertli iş çözülür. Komintern Muhsin yürüyebilecek hale getirilip, evine gönderilir.

İşte o zaman şunu düşündüm. Demokrasi, hukuk ve emek mücadelesinde sakatlanan, yaralanan, hastalanan insanlara kurumsal sağlık hizmeti veren bir merkez neden yok. Bunu o zaman doktorlarla çok konuşmuştum. Hatta “bir halk hastanesi mi kuralım şimdi” esprisini yaptıkları bu şeyi, bence kendi aralarında ciddi biçimde tartıştıklarını biliyorum.

Türkiye İnsan Hakları Vakfı çok muteber bir kurumdur.

İşkence görenlere sağlık ve psikolojik destek veren bir merkez. Türkiye’nin en saygıdeğer kurumlarından biri. Lakin bu kurumun uzmanlık alanı dışındaki vakalar için kolektif bir merkez gerekmez mi?

Neyse şimdi mevzu bu değil. TİHV’na bir selam çakarak, Komintern Muhsin’e dönelim.

Komintern Muhsin uzun süren tedavi sürecinden sonra hayata yeniden başladı. Normal bir insandan daha yavaş hareket ediyordu sadece. Bu haline de bin şükür.

Yılda en az bir defa görüşüyordum onunla. Sağlığı iyi, lakin işsizdi. Elinden boyacılık gelirdi.

Zaten bu devrimcilerin boyacı olma durumları bir doktora tezi konusudur. Biri araştırıp, yazarsa merakla okurduk.

O şehirde Mardinli bir arkadaşım vardı. Çok efendi, saygılı bir delikanlı. Ailesi ile birlikte, inşaat işleri yapıyor. İnşaatın tüm dallarında çalışıyor. Tadilat, bakım, onarım, inşa, al, sat. Ailecek işleri buydu.

Onu aradım. “Bir boyacı var, işe alır mısın?” dedim. “Yarın başlasın. İnşaat felan yerde, gitsin başlasın” dedi. “Bir görseydin” dedim. “Abi ne göreceğim, ÖSS’mi yapacağım ona. Boyacı ise boyacı, değilse kalfa, değilse çırak, değilse bekçi, değilse ona iş mi bulamayacağız” dedi.

O gün, bu gündür Komintern Muhsin aynı firmada çalışıyor. Girdiği gün sigortası başladı. Devam ediyor. Yıllar, yıllar oldu.

Komintern Muhsin iş güç sahibi oldu. Zaman geçti, komşu kızına sevdalandı. Kızın da gönlü var, lakin ailesi vermiyor kızı. Komintern Muhsin’i biçare, garip görüp, horluyorlar. Oysa kızın babası da, inşaatlarda bekçilik yapan sigortasız bir adam, bizim adamın avantajları daha fazla.

O şehirdeki Mardinli arkadaşıma söyledim. Kız istemeye gideceğiz.

Mardinli arkadaşım sağ olsun, eşi, çocukları, annesi, babası, ağabeyleri, kardeşleri ve amcalarını yanına alarak, uzun bir araba konvoyu ile Komintern Mahsun’a kız istedik. O gün takıldı nişan, haftasına bahçede yapıldı düğün.

İşte Komintern Muhsin’in mutlu sonla biten hikayesi öyle.

Lakin, Çayancı Öncü Kör Ali’nin, Godot Yaşar abinin, Komünar Suna’nın, Dertli Mahpus Naim’in ve nicelerinin hikayesi öyle mutlu sonla bitmedi. Kimi evlerinde unutuldu, kiminin ölüsü hastanede rehin kaldı. Kimi ise ne diyeyim şimdi değerli okur…

Dayanışma çok önemlidir. Kurumsal dayanışma ise her şeyden daha önemli, belki ideallerden bile daha evladır kurumsal dayanışma. Siyaset dışında hayatın alternatif kurumları üstüne düşünmek lazım.

Hayatın alternatif kurumları ve kurumsal dayanışma konusunda nasıl yapmalı, ne yapmalı bir düşünsek neler çıkar acaba?