31 Mart seçimleri için söylenebilecek en önemli söz, muhaliflerin iktidarın güç zehirlenmesine vurduğu demokrasi şamarı diyebiliriz. Öyle ya, halka ''cennet tapusu'' vaat edenler, iş bulamayan gençlere ''aylak aylak gezmeyin'' diyenler, yüz binlerce emekçiyi kendilerine oy vermezlerse işsiz kalabileceklerini söyleyenler, seçim şovlarında halkı ''öküz'' yerine koyanlar, muhalefet parti liderlerine hapishanenin yolunu gösterenler, kendilerine oy vermeyecek seçmenleri teröristlikle, hainlikle suçlayanlar, sandıktan çıkan seçmen iradesine saygı duymayacaklarını söyleyenler, camileri, okulları, hatta kamu hastanelerini seçim propagandası için kullananlar, seçim meydanlarında muhalifler için ''bu adilere oy vermeyeceksiniz değil mi?'' diyecek kadar pervasızlaşanlar kaybetti. Sabırla, sükunetle ve kararlı bir şekilde mücadele eden, tehdit ve şantaja pabuç bırakmayan, sandığa sahip çıkan seçmen kazandı.

İlk başlarda pek heyecanı olmayan, ancak son ayda birden bire çok önemli gündemimiz olan seçim nasıl böyle sonuçlandı? Son bir kaç yılda üst üste yapılan ve sürekli iktidar yanlılarının lehine sonuçlanan seçimlerin 31 Mart için de aynı şekilde sonuçlanacağı algısı birden nasıl değişti?

Birçok etken rol oynadı şüphesiz. En önemlisi de ekonomik kriz olarak görülüyor. Ülkenin çok büyük bir ekonomik bunalımda olduğunu ifade etmeyen yok gibi. Ekonomik krizin yarattığı geçim sıkıntısı doğal olarak seçim atmosferi üzerinde çok önemli bir etki yarattı. Krizin derinleşeceği çok net görülmektedir. Yani henüz başında olduğunu izah edebileceğimiz kriz, AKP'den çok büyük kopuşları gerçekleştirmese de seçmen oylarının tercihinde önemli bir etken oldu.

İkinci önemli etkenin iktidar bloğunun seçimi, son derece ötekileştirici, aşağılayıcı, tehdit ve şantaj yöntemini kullanarak gerilimli bir söylemle yönetme tercihi, muhalefet üzerinde çok ciddi birleştirme motivasyonunu oluşturdu. Öyle ki, iktidarın bu ayrımcı, şiddet dili, seçime ilgisiz olan, boykotu önemli bir tercih olarak gören binlerce insanın sandığa gitmesine vesile oldu. Örneğin, 24 Haziran seçimi sonrası, özellikle CHP seçmeni sandıkta olanlar ve CHP yönetiminin sandığı koruma konusundaki basiretsizliği yüzünden seçime karşı ilgisizliği tavan yapmış, sandığa küsmüştü. Ancak yukarıda söylediğimiz gibi, AKP-MHP bloğunun vazgeçmediği gerilim politikası yükseldikçe 31 Mart seçimi sadece yerel seçim olmaktan çıktı, adeta bir referanduma dönüştü. İkinci örneği HDP için de verebiliriz. Zira, AKP- MHP bloğu kendi tabanındaki fireleri engellemek için gerilimi yükseltmiş olmasa, kendisine oy vermeyeceğini düşündüğü herkesi terörist, hain, bölücü olarak görmese, HDP tabanı da seçime katılıp CHP'ye blok olarak oy vermeyebilirdi. Ancak tam tersi bir durum yaşandı ve böylelikle HDP'nin ülkenin batısında aday göstermeyerek seçime girmeme taktiği başarılı oldu. Yani tam bir paradoks yaşandı dersek abartmış olmayız.

İstanbul, Ankara, Adana, Mersin, Antalya, Bolu gibi daha önce AKP'de olan önemli illerin CHP tarafından kazanılmış olmasına rağmen, AKP-MHP bloğunun hala %52 civarında oy alabilmiş olması üzerinde de durmak lazım. İktidarın şu anda en önemli varlık nedeni olarak gördüğü motivasyonu da bu zaten. Her ne kadar ekonomik kriz seçim atmosferinde etkili olsa da beka meselesinin de seçmen tercihinde etkili olduğu, kısmen tuttuğu görülüyor. Beraberinde, Erdoğan'ın kendini canhıraş ortaya koyması, medya kanalları üzerinden seçmen üzerindeki propaganda egemenliği, AKP ve Erdoğan çevresinde kemikleşmiş olan dinsel ve ideolojik yapılanma (bu yapılanmanın iktidardan yeteri kadar besleniyor olması hiç yabana atılmayacak bir faktördür.) %52'yi konsolide etmede çok etkili oldu. Cumhurbaşkanı yenilgiyi mealen kabul ederek '' sesimizi duyuramadık , kendimizi yeterince anlatamadık'' diyor. Derdinizi çok iyi anlattınız sayın Cumhurbaşkanı. Zira, derdini sizden daha iyi anlatan, sesini sizden daha iyi duyuran yok bu ülkede. Ancak bu sizin kaybınızı önleyecek bir etken olmadı.

Gerek muhalifler ve gerekse iktidar açısından bundan sonra ne olacak sorusunun analizi başka bir yazının konusu olsa da, birkaç laf etmenin gerekli olduğunu düşünüyorum. Açık olan bir hakikat varsa o da, tek adamın bu ülkeyi yönetemeyeceğidir. AKP genel başkanı ve Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan, tercihte bulunacak; Ya toplumla sert, kıyasıya kavgaya girecek ya da gönülsüz de olsa, daha ılımlı bir yol izlemek suretiyle toplumla barışma yolunu deneyecek. Ancak ben birinci yolu tercih edeceğini düşünüyorum. Zira özellikle 2010'dan bu yana yönetim stratejisi bu gerçeği işaret ediyor. Daha doğrusu bugüne kadarki otoriterleşme yolundaki atılan adımlar O'na başka seçenek bırakmamış gözüküyor. Elbette daha baskıcı yönetim tarzı, ülkeyi derin iktisadi ve siyasi krize taşır. Toplumda barışı, huzuru değil, kavgayı ve ayrımcılığı ateşler. Ama sözü fazla uzatmadan söylersek, bugüne kadar da hep öyle olmadı mı? Buraya kadar hep bu şiddet, ayrımcı, aşağılayıcı, ötekileştirici dille gelmedik mi?