Esintisi savruk, köşeleri sivri, alttan alta anlıyor gibi ve göz kırpıyor felek, fakat çember daralıyor. Bir kıpırtı var en azından, en heyecansızından. Ateş ve yağmur. Göl suyu gibi, sihirli ve güvenilmez. Eski bir kitap sayfası sanki, solgun yüzün. Bildim ki gerçek bir tükeniştir umut denilen cennet, hiç yetmez ama terk edilmek de istemez. Bense kağıt ve mürekkeple kurdum tüm hayat düşlerimi, zihnimi kartondan kutulara sığdırdım ve bıraktım.

Küçüktük ve kaygısızdık. Bir hayat uzunluğunda, yüce marangozun çekiç seslerinin duyulduğu bir mağarada duruyorduk. Dilimiz dönmediği için mi gerçeği söylemedik, aklımız ermediği için mi? Taçlar ve tahtlar, muhtaçtırlar ya bir ekmek ya da hançere. Hecelerden devşirdiler, can mı kaldı tende? Gök kubbe aşağı inse, bir ben kalırdım içinde...

Hep yükseklerdeydim ve düşüyordum hep, her nefeste buna arıyordum bir sebep. Sonra bir mavi alakarga geldi, kanattı kederimi. Sanki ilk sefermiş gibi, ötüp hatırlattı kederimi. Menevişler savruldu ve menekşeler çıldırdı. Başka bahar gelmezdi, ne isteseler alsalardı. Umrumda olmazdı. Ve çıkardım attım külahımı, kalp kulesinde kışladım... Ruh meclisinde dem biriktirdim ve oyuna başladım. Sonsuzluk bahanesiydi sanki ömrüm; katlayıp bıraktım, ve hiç kırıştırmadım...