Fragmanını seyrettikten sonra müziğine aşık olduğum, konusunu merak ettiğim filme bugün gittim efendim.

Film bittiğinde canım anıra anıra ağlamak istedi. Ayrıca kendime dedim ki, yazmıycam lan bu filmi, duygularımı kendime saklayacağım.

İnsanın bir özeli olmalı değil mi?

Nedense filmin sonunda kendimin dışında herkesten nefret ettim. Kendimeyse sonsuz merhamet duydum.

Eve gelince kapıdan girdiğim gibi üstümü değiştirip derhal bilgisayarımın başıma oturdum ve bunları yazdım.

Efendim film Mehmet Günsür’ün, yani Şenol’un hikayesini anlatıyor.

Şenol çocukluğundan beri tahtalar oyup hayvan figürleri yaparmış sonra siyasi nedenlerden dolayı hapse girmiş orada parmaklarına, cinsel organına elektrik vermişler. Ağır işkence sonucunda psikolojik rahatsızlıklarına hafif  bir tanı konmuş önce zamanla kronik şizofren olmuş. Abisi onu deniz kenarındaki evlerine yerleştirmiş, başına da bir aile koymuş onun hizmetini görsünler diye, o da Martıların Efendisi ilan etmiş kendini. Gizli Dünya’ya gitmek için bineceği en son gemiye kadar olan zamanını burada tüketmeye başlamış.

Ama bir kadın, zorla evlendirildiği adamdan kurtulmak için düğün sonrası arabadan inip intihar etmeye kalkınca esas film de o zaman  başlıyor işte.

Denize atlayıp, yaşadığı boktan hayattan kurtulmak isteyen kadın, Martıların Efendisi’nin yaşadığı sahile vuruyor, şans bu ya.

Zaten Martıların Efendisi’ne de malum olmuş, bekliyor gelecek yardımcısını.

Kadının adını Rüya koyuyor.

İkisinin dünyası başlangıçta şahane. Rüya konuşmadığı sürece tabi.

Güzel bir sofrada şapur şupur ağzına yemekleri tıkayan Birgül, alaycı bir tavırla soruyor, karşısındaki adama.

“Demek son gemiye bineceksin?”

Evet diyor adam, birlikte bineceğiz. Sen de benim yardımcım olacak, benimle birlikte geleceksin.

O gizli ülke neresi sence diyor kadın, kimler biliyor?

Herkes biliyor diyor adam, hani insanlar bir durur düşünür ya, orası işte.

Şenol’un masumiyeti, Rüya’nın dışarı hayattan getirdiği üzerine bulaşan kiri bir türlü hafifletmiyor.

Birgül cahil ve güdüklüğünü üzerinden atamıyor bir türlü.

Tanrının yeryüzüne gönderirken kendi adını insanın kalbine yazmaması gibi, Birgül de güzel olanı bir türlü göremiyor.

Onun kaderi meşrebince yaşamak.

Belki de Şenol’un Rüya’sının (Birgül) hamuru bozuk. O steril ortama dışarıdan kendiyle birlikte bir sürü kir ve basitliği getiriyor.

Sonunda akıl hastanesine yatıyor Martıların Efendisi.

Filmi seyrederken gerçeklerin çirkinliği insanın içini bunaltıyor.

Şenol sanki insanların çirkin yanlarını gösteren bir taş gibi.

Onu bilince insan, başkalarının eğri, yoksun yanları insanın kalbine batıyor.

Benim en çok canımı yakan sahne, hastabakıcıların Şenol’un iki koluna girip onu  şok tedavisi görmesi için yatağa yatırdıkları sahneydi.

Ağzına dişleri birbirine geçmesin diye gazlı bez sarılı bir tahta parçası sıkıştırdılar. Sonra şehrin elektriğini verdiler. Aklı başına gelsin diye.

Dört senede kendilerine benzetip dışarı çıkmasına izin verdi doktorlar.

Martıların Efendisi olduğu dönemlerde, abisi dahil herkese, kurtulacaksın, korkma diyordu.

Sanki sonunda bütün insanlar o normal hallerinden kurtulacakmış müjdesini veriyordu.

Kendi de normalleşince belki de insanlara ve dünyaya dayanamadı.

Seyredin, fragmanını seyrettiğimde kurgusu itibariyle farklı bir Türk filmi olduğunu anlamıştım. Yanılmadım.

Biraz araştırma yaptım internette, neler yazmışlar film hakkında, benim gözümden kaçan bir şey var mı diye, baktım.

Mehmet Günsür’un eli yüzü düzgün temiz halini, düzgün Türkçe’sini eleştirmişler. Bir deli öyle olmazmış.

Cahiller diyorum sadece.

Sadece görmek istediklerini görmüş, cahil insanlar.

Bir de eleştirmeyi bir türlü beceremedik.

Benim, diyen bundan para kazanan, bir sürü cahil eleştirmen var bu ülkede.

Başka amaçlara hizmet eden, canlı reklam panosu olan, yazıp çizen tiplerden ibaret gazete köşeleri hepsi.

Güzel günlerde görüşelim efendim, görüşmelerimiz iyiliklere vesile olsun.