Kederden ölebilir insan. Öyle zamanlarda giderdim Kadirli’ye. Yurttaş, öğretmen Esma’nın bahçeli evine. Bu hayatta kim kimin ağrısını, sızısını alır yıllar yıllar içinde?

Memurların garip bir kaderi vardı. Soysal kategori olarak kentli aydın insanlar mıydı memurlar? Kimileri var ki tüm ömrünü taşralarda geçirmiştir, metropol şehirde yaşama hayaliyle.

Taşra şehirlerde kim bisiklete biner? Kim bir spor kulübüne gider? Kim istediği giysiyi satın alabilir ve giyebilir? Ve dahi kimler internet üstünden alışveriş yapma bilgisine sahiptir? Kim şehre gelen tiyatro, konser ve diğer etkinlikleri dört gözle bekler? Şehrin küçük kitabevlerinin müdavimleri kimlerdir? Taşrada yoksul mu, zengin mi memurlar?

Her şeyin bir izahı olmalıydı elbette. Lakin yaşanan ve özlenen hayatın arasındaki uçurumun izahı nasıl yapılacaktı?

Asıl tehlike zamanla özlenen bir hayatın kalmayışıydı. Taşranın nesnesi olmak. Başka hiçbir hayata cesaret edememek.

Taşra bir can sıkıntısı mıdır gerçekten? Esaret midir? Kendinle daha çok zaman geçirmekmidir? Ev ve iş arasındaki mesafe onbeş dakikalık yol olursa, ne demeliyiz buna? Nimet mi? Zulüm mü?

Neden bazı kadınlar yanlız yaşar? Bu bir tercih mi? Kader mi? 25 yaşlarında, 30, 35, 40, 45 yaşlarında yanlız neden uyur bazı kadınlar? Acı tecrübeleri mi vardır? Birini mi beklemekteler? Zamanla başkasına tahammül mü edemezler? Eşitini mi ararlar? Yoksa korkarlar mı? Yoksa yoksa şu ”hanzir (domuz)” erkekler yüzünden mi?

Korku garip bir duygudur. Alışmak garip bir duygudur. Korku ve alışmak yada tahammülsüzlük ve alışmak yada ne?

Bazı kadınlar yaralıdır ve hep ”onu” beklediklerini iddia ederler. Yara aldıkları adamı... Hayır inanmıyorum ”onu” bekliyorum izahına. Külli bir yalan, en çok uyduranın inandığı bir yalan. Savunma mekanizması belki. Öyle ilahi şeyler Yeşilçam filmlerinde olurdu. Bu durum hayata lirik kazandırma telaşıdır.

Bir de beyaz atlı prensi beklemek vardır. Godot’yu beklemek kadar uzun ve çileli.

Kadirli nasıl bir şehirdir?

Çok düşündüm bunu. Hatırlıyorum ilk gençlik yıllarımda sormuştum bu soruyu hem de bir temmuz akşamında. Hatırlıyorum. Sonraki yıllarda sık sık gittim o şehre... Hele Aslantaş Barajı işçileri ile tanışınca... Kadirlili başka şehre göçerse Adana’ya gider. Adana uzak. O zamanlar araçlar kötü, yollar uzun. Kadirli’nin gurbeti Adana’dır. Elbette Osmaniye’ye gidecek hali yok ya. Bir defa Osmaniye kent değildir. Bir şey değildir Osmaniye. Derme çatma bir gecekondu gibi durur kesişme yollarında.

Kadirli nasıl bir şehirdir?

Taşranın şöhretlileridir yüksek memurlar. Yüksek memurlar mı? Canım şu doktor, hakim, mühendis yada birşeyin müdürü olan memurlar var ya, onlar işte. Şöhretli yalnızlar. Şu Anadolu şehirlerinde Yıldız kadar güzel bir kadın var mıydı? Var! Çünkü kilo alır insan, yaş aldıkça yüzü kırışır, saçlarını mecburen boyar akları kapamak için. Yaş alır kadınlar. Eskir belki.

”Yine de Yıldız her daim güzel kadındır” dedi Esma.

Bilemiyorum...

Çok şey hakkında bir fikrim yok.

İnsanın ömrünün üç yılını Karlıova’da, dört yılını Kastamonu’da, dört yılını Sivas’ta ve yedi yılını Antakya’da geçirmesi nasıl bir hayattır? Yıldız güzel kadındır yine de. Taşranın meşhurlarındandır. Yalnızlarından.

Esma dedi; ”Kim biliyor yalnız olduğunu?” Belki hep sevgilisi ve sevgilileri olmuştur?

Bu daha kederlidir. Meşru olamamak. Yasal değil, meşru. Doğal bir şeyi gizli yaşamak kadar büyük acı var mı? Bu daha kederlidir.

Bir resmini görmüştüm Yıldız’ın kocaman arabası ile selfi çekmiş. Kendi ve kocaman arabası. Bir resim çekeni bile yok duygusu veriyor insana... Oysa yolun başındayken öyle değildi hayelleri. Şu İstanbul’u ne severdi? Hayali, İstanbul’dan ev almaktı. Ne kalabalıktı. Opera severdi. Opera seven kaç arkadaşımız var ki? Klasik müzik dinlerdi. Keman çalardı. Memuriyetin ilk yıllarında uçak biletlerine çok para ödedi. Opera için, arkadaşları ile sohbet etmek için, İstanbul için. Oysa şimdi İstanbul’da oturup sohbet edebileceği tek bir arkadaşı kalmamıştır.

Keder verir bazı şeyler.

Zekai nasıl intihara teşebbüs etmişti Zehra için. Ragıp da eşini bırakmıştı. Boşanmıştı resmen. Zehra ne onlara ne diğerlerine bakmadı. Belki güzellik başa belaydı. Boşuna mı demiş Anadolu bilgeleri; ”Çirkin şansı versin Mevlam.”

”Ama güzel kadındır Zehra” dedi Esma.

Evet hep güzel ve yalnız. Kimseyi yakıştırmadı kendine... Hatırlıyor musun ne demişti iyi insan Taner’e?

”Şu aynaya bak, ikimize bir bak, biz eşitmiyiz sence?” Eşitlik neydi? Cüretin kaynağı neydi?

Şarkıcı Teoman demişti; Her şey aşksızlıktan, pardon öyle değil. Her şey yalnızlıktan...

Yıllar geçiyor.

Esma demişti. ”Ya evlenenler, sanki çok mu mutlu, çoğu boşandı, çoğu yeniden evlendi, ya da...”

O başka yazı konusudur.

Kadirli nasıl bir şehirdi?

”Bir insan ömrünü neye vermeli?”

Bilmiyorum.

Öyle bir temmuz gecesi Kadirli’de oturuyorduk ve dedikodu yapıyorduk insanlar hakkında. Bütün hikayeler ve romanlar bir dedikodu nesnesi değil mi? Neden Suç ve Ceza’daki Raskolnikov’un tüm ruhsal gelgitlerini biliriz ki? Tanpınar’ın Huzur romanında Mümtaz’ın bir mahremiyeti var mı? Edebiyat bir çeşit dedikodu muydu acaba?