NUH KÖKLÜ’YE

(…)
Naaşın üstünce şimdi ey ölü
Başladı parça parça uçmaya
      karlar
Ki gökten düşer düşer, ağlar!

Elhan-ı Şita(Kış Ezgileri) Sevet-i Fünun sanatçısı Cenap Şehabettin’in karın yağışını pastoral ve müziksel bir yaklaşımla hissettirmeye çalıştığı önemli bir şiiri. Şair imgelerle karın yağışını bütün benliğimize işler, bizi anın sıcak kanatlarına bırakıverir. Kendimizi bulunduğumuz iklimlerden soyutlayıp karın ritmik görsel salınımına bırakıveririz. Evrensel bir eşitliğe dönüşür beyazlık sanki dünyanın eşitsiz karelerini örtmek istercesine.

İşte böyle bir kar yağışı haberlerinin yapıldığı bir günün sabahında “Kartopu oynarken öldürülen gazeteci “haberini uykudan kalkmanın verdiği mahmurlukla izlerken arkasından spikerin anons ettiği ismi duydum. İlk algılama ve ismi teyit etme beyinde ilişkilendirme çabasının ardından Nuh’un gerçekliğiyle binlerce kartopu düştü evreninin gök kubbesinden. Şairin “Kış Ezgileri” adlı şiirinde belirttiği gibi karın hafif ritmik salınımları zamanla kantopuna dönüştü. Toplumun cinnet haberleriyle kanıksamaya başladığı ölüm, sıradanlaşan vurgusuyla keskinleşti. Bir genç kızın kasıklarından, bir kantopunun bilenen bıçağıyla kesilmeye başlandı umut. Cinnet mahallinde cehenneme döndü dünyanın bütün yaşanmamış güzellikleri, kardelenleri…

Kendine ali makamlarca gerekirse polis hâkim olma yetkisi verilen eli kanlı esnafın öldürdüğü kimdi? Sokağın karanlığında devletin şiddet masallarıyla her gün bilediği kör bıçaklarıyla aramızda serseri mayın gibi dolanan katilin öldürdüğü Nuh KÖKLÜ öğrenci dernekleri çevresinden mücadele arkadaşımızdı. Gündemin kayıplarla, ölümlerle çalkalandığı günlerdi. Nuh’la beraber pek çok eyleme katıldık. Beyazıt Meydanına ölü kuşlar yağarken 12 Eylül’ün gri bulutundan, beraber haykırdık gençliğin boğulmaya çalışılan taleplerini.

 1989 1 Mayısının ardından, 4 Mayıs’ta M.Akif Dalcı’nın cenazesi için Zeytinburnu’nda toplanan kalabalığa polis yine her zamanki gibi şiddetle müdahale etmişti. Gaz, cop bildik şiddet gösterilerinin ardından dağılan kitle hemen toparlanarak direnişe geçmiş, fiziksel saldırıyı savuşturmuştu. Günün bilançosu 60 civarında gözaltı bir o kadarda yaralıydı.

Karakol kapısında koridor oluşturan çevik kuvvet ordusunun arasından tekme tokat küfürlerle içeri alınmıştık. Bir süre bürokratik işlemin ardından önce Gayrettepe için yola çıkarılmış sonra da 1 Mayıs gözaltıları nedeniyle orası dolu olduğu için Yeşilköy’deki hava alanı karakoluna götürülmüştük. Nuh’la beraber kaldığımız hücrede 18 yaşında işçi bir genç gözüne, isabet eden gaz fişeğiyle yaralanmıştı. Genç arkadaşın inlemeleri, bizim arkadaşı tedavi için hastaneye götürülmesi isteğimiz uzun zaman görmezlikten gelinmişti. Yan hücrede bayan bir doktor arkadaş ilk müdahaleyi yapmak istemesine rağmen, yanımıza gelen komiser tarafından bu isteğimiz pek kabul görmemişti. Bu arada komiser bize kısa bir nutuk da atmış; Ben Urfalı bir Kürdüm. Komiser bile oldum polis taşlayarak niye bölücülük yapıyorsunuz? Demişti. Urfalı amir pis pis sırıtarak “Ya kadınlara bir şey yaparsanız? Sizi kadınların hücresine alamam olmaz” demişti. Bir sürü küfürleşme ve kavganın ardından arkadaşı kadınların olduğu hücreye taşıyabildik. Polisler yaralının ölmesinden korkmuş olacak ki onu sabahla birlikte salıverdiler.

 Gece yarısı Zeytinburnu adliyesine getirilmiştik. Yine o bilinen süreçlerin ardından mahkeme kararını vermiş, beş kişi tutuklanmak üzere köşede polis çemberine alınmıştık. Mahkeme salonunun boşalmasıyla koridorlardan el ayak çekilmiş, sivil polislerin kinayeli sözlerinin altında suskun mahzun kalakalmıştık.

Gece yarısı kelepçelenmiş halde polis minibüsüyle şehrin dalgın şaşkınlığını seyrederek yol alıyorduk. Beşimiz de yorgunluğun verdiği boş vermişlikle polislerin amirlerini arayıp: “Gayrettepe’de bir gün daha misafir edelim, bakalım ifade vermemek neymiş gösterelim.” tehditlerine bile aldırış etmiyorduk. Neyse ki Bayrampaşa cezaevi yoluna girdiğimizi görünce birazcık umarsızlığımız dağılmıştı. Kapanan demir kapılar ardında deliksiz bir uykudan sonra günün ilk ışıklarıyla merhaba demiştik tutsaklığa.

Gençliğin verdiği enerjiyle tek tip elbise zorlamalarına boyun eğmeden tutulduğumuz karantinadan tecrit koğuşuna alınmıştık. Bulunduğumuz yerde hiçbir siyasi tutuklu yoktu, hemen siyasilerin olduğu yere geçme talebinde bulunduk. Tabii cezaevi koşullarında ağır yaralı bir mahkûmu doktora götürebilmek için sabaha kadar mazgallara vurulduğu düşünülürse, talebimizi içeren dilekçenin cevaplanma süresini siz hesaplayın artık. Tecrit, cezaevi tüzüğüne göre suç işleyenlerle, başka cezaevlerinden Bakırköy’e rapor için getirilenlerin kaldığı bir yerdi. Ortam tehlikeli olduğu için kapısı açık olan hücrede nöbetleşe uyuyarak sabahı ettik. Zaten dört kişilik yatak vardı ve biz beş kişiydik. Mecburen bir kişi yer değişerek sabaha kadar nöbet tuttu. Nuh bu koşullarda hiç umudunu karartmadı. Bir oyun gibi gülümsemeyle karşıladı sistemin dayatmalarını. Onun gülümsemesinin ışığında çocuksu duygularla tek sayfalık TECRİT gazetesi çıkarmaya karar verdik. Tecritte kaldığımız sürece bu gazeteyi her gün güle oynaya hazırladık. Gülerek, şaşırarak yazdıklarımızı paylaştık. İnsanın en sıkıntılı anında bile yaşadıklarından bir mizah çıkarabilmesi ne kadar ilginçti.

Bir hafta sonra C 6 koğuşunda adli mahkûmların arasındaydık. Kader kurbanı dediğimiz insanlar bize karşı siyasi olmanın verdiği ağırlıkla çok iyi davrandılar. Orada öğrendik Bayrampaşa’da siyasi mahkûmların olmadığını. Siyasiler Sağmacılar 2’deymiş.Sağmacılar 2 ‘de kaçış tünelleri tespit edildiği için içeride direniş varmış. Onun için oraya gönderilemeyeceğimizi, bizimle dalga geçerek büyük zevkle ifade ettiler. Bir kaç gün sonra ringlerle işkence edilerek, havasız bırakılarak başka şehirlere götürülmek istenen mahkûmlardan bazıları olduğumuz yere getirilmişti. Tanışma kaynaşmanın ardından “cezaevi komitesi” idareye insanlık onurunu koruyacak bir dizi talepte bulundu. Siyasi gruplar talepler karşılanmayınca direnmeye karar verdi. Direniş askerlerin taşlı sopalı saldırısıyla kırılmaya çalışıldı. Cezaevine yapılan operasyon büyük bir direnişle karşılaştı. Onlarca yaralının ardından süresiz açlık grevi için çalışmalar başlatıldı. Gençlerden bazıları bahaneler uydurup katılmama yönünde karar bildirince Nuh yine en önde açlık grevine başladı. Yirmi günlük çeşitli kırılmaların, zorlukların yaşandığı açlık grevi cezaevi idaresinin talepleri kabul etmesiyle son bulacaktı. Biz grevin son günü mahkemeye çıkarılmamış, akşamüzeri öğrenmiştik tahliye edildiğimizi. Hazırlıklar tamamlanınca tekrar gözaltı yapılacağı kaygısıyla aileler avukatlar, arkadaşlardan oluşan bir kitle tarafından karşılandık. Açlık grevinin bittiğini kapıda arkadaşlardan öğrenmiştik. Eğer bitmemiş olsaydı dışarda açlık grevini sonuç alınıncaya kadar sürdürmeye kararlıydık.

Böyle yaşanmış günlerin ardından Nuh’la bağlantımız dostluğumuz hep sürdü. Başka şehirlerde başka düşüncelerde birbirimizden haberli olduk. Bazen mitinglerde kısaca ayak üstü konuştuk; bu konuşmalara yılları sığdırdık, bazen de sosyal medya üzerinden birbirimizi takip ettik. Nuh gibi yaşamını, gençliğini özgürlük mücadelesine adamış nice insanımız ülkemizin karanlığında bir yıldız gibi kayıp geçtiler. Evrene dağılan yıldız tozları gözlerimizi kamaştırırken, onlara en büyük sözümüz onların bıraktığı düşü tamamlamak olacak. İstanbul’un karlı bir gününde eylem dönüşü yüreğindeki çocuğa kartopu atarken, evlerimize iç odalarımıza mutluluk dağıtırken devlet eliyle bilenmiş bir bıçakla öldürüldü Nuh. Herkes gördü, herkes kördü. Kış ezgileri yaralı göğün göğsünde çoğaldıkça çoğaldı. Rüzgârına yol gösteren martılar döküldü kar gibi gelip geçen zamana… Ve anne sıcaklığıyla sımsıkı kartoplarıyla uğurlandı sonsuzluğa.

“topu topu kaç kez öldürüldün sen

bir devlet söyleminde bıçaklar bilenirken

bir kartopu sayısız kez kantopu, kar kar

ah ben öldüm, öldüm riyalar göğsümde

ah bu bir rüya… her yer kar karda kapılar