Kültür ve Turizm Bakanlığının Emin Alper'in "Kurak Günler" filmine verdiği maddi desteği geri çektiğine dair haberler yakın zamanda gündeme düşmüştü.

Kararın ardındaki gerekçe her ne kadar senaryonun değiştirildiği yönündeki iddialara dayandırılsa da bunun gerçek sebebinin Emin Alper’in ödül töreninde Çiğdem Mater’i destekleyen konuşmasının içeriği olduğunu tahmin edebiliyoruz.

Yandaş basının konuya ilişkin aleyhte yaptığı yayınlara bakılırsa bu karar, başka yönetmenlerin bundan sonraki Bakanlık destekli filmlerinde senaryoya müdahaleler olabileceği konusunda sansüre yönelik bir algı yaratmanın hamlesi olarak da değerlendirilebilir.

Filme gelirsek film, bozkırın ortasındaki devasa bir obruğun başındaki ürpertici görüntülerle başlıyor. Geniş çukurun başındaki kamera, filmin nasıl gelişeceğine ilişkin boşluğu vererek seyircide bir mekân algısı yaratmaya çalışıyor.

Son yıllarda küresel ısınmayla birlikte ortaya çıkan çölleşmenin etkileri, bitki örtüsündeki kahverenginin çeşitli tonlarındaki geçişlerde, yeraltı sularının çekilmesiyle artık kentlerin içine kadar sokulan obruk oluşumları, başlangıç ve final için iyi bir metafor olmuş.

Kasabaya yeni atanan savcı Emre’nin dışardan biri olarak geldiği Yanıklar’da, daha ilk adımda iktidar mücadelesinin içine çekilerek daha önceki devlet görevlileri gibi aynı yollardan geçirilerek pasivize edilme sürecine tanıklık ediyoruz.

Yerelde yaşanan örneklemlerden yola çıkılarak büyük bir Türkiye portresi çizilmesi, merkez-taşra karşıtlığının artık merkezin tahakkümüne dönüştüğünü, bir ülkenin bütün hücrelerine kadar sirayet eden amasız bir hastalığın kollarında çırpındığını görünce yapımcının pek çoğu şeyi aynı anda anlatma kaygısının kurguyu zorladığı anlara tanık oluyoruz.

Aslında doğa-çevre talanı eksenindeki ana temanın yaşanılan susuzluğa dayalı bir kurgunun içinde kasabadaki iktidar mücadelesini, gericiliğin halkı kolayca avlayarak nasıl kapanına düşürdüğünü ve taraf hale getirdiğini görüyoruz.

Halkın, belediye başkanı gibi yerel yönetimler üzerinden nasıl çevre düşmanı politikaların destekleyicisi ya da uygulayanı duruma düştüğünü; adam kayırma, rüşvet, şiddet, tecavüz ve milliyetçilik, eşcinsellik gibi ülkemizdeki yakıcı sorunların bir potada eritilerek seyirciye verilmeye çalışılması biraz önce de yukarıda vurguladığımız gibi anlatımı oldukça zorlayan ve karmaşık hale getiren faktörlerden biri olmuş.

Kurgunun merkezindeki ana temanın alt başlıklara bağlı akışta seyirciyi filmin içine çekerek soru işaretlerinin içinde, belirsizliğin sularında gezdirirken çok şey anlatma telaşıyla zorlasa da ortaya çıkan gerilimin seyirciyi hiç sıkmadığını görebiliyoruz.

Tekrar obruk metaforuna dönersek ortasına bomba atılmış gibi bir düşman saldırısı sonrasını anlatan görüntü aslında toplumsal çöküntüyü ve içimizdeki enkazı ortaya koyarken bu saldırının başkalarının eliyle değil kendi eylemlerimizden kaynaklandığını imliyor.

Filmde kuraklığı, susuzluğu göz önüne çıkaran enstantaneler, arka fondaki müzikle birlikte bir tedirginlik havasını hakim kılarak izleyicide, bir kare sonrasında ne olacağına dair vesveseyi derinleştiriyor.

Son yıllarda, kentleri basan domuz sürülerinin görüntüleri, sosyal medyada oldukça sık paylaşılıyor. Yaşam alanları, madencilik, HES vb. insan eliyle yürütülen yıkıcı ekonomik faaliyetler yüzünden daralan domuz, ayı, yaban keçisi gibi yaban hayatın unsurları avcılık adı altında kıyıma uğruyor.

Yine kırsal alandan kaçan yaralı domuzlardan birinin kentin içinde, sürek avıyla öldürülmesi, aracın arkasına takılarak sürüklenmesi, insanların içindeki öldürme ve linç içgüdüsünün en ilkel halleri olarak kadraja girerken arkasından Savcı’nın meskûn mahalde silah kullanmanın yasak olduğuna dair soruşturma açma talebiyle dramatik gerilimi derinleştiriyor.

Savcının taşrada yerleşik yapıdaki iktidar alanlarına ilk dokunması, şehrin içine dalarak kargaşaya yol açan avcıların gözaltı talebiyle olur .Böylece savcı gözaltı talebiyle, emniyet amirinden başlayarak yargıca kadar uzanan ve tüm kasabayı saran bir karşı cepheyle karşılaşır.

İşte, filmde bu gözaltı kararından sonra dışarıdan gelen devlet yetkilisine, örtük bir şekilde oradaki kurulu düzene uyum sağlaması, erki elinde bulunduranlara karşı gizli informal biati deşifre etmesi üzerinden geleneksel yöntemlerin ifşasına dönüşüyor.

Savcının kasabanın dışındaki bağ evine Belediye Başkanı’nın davetlisi olarak gittiği yemekte, Başkan’ın gelen telefonla oradan ayrılması sonrasında, alkol marifetiyle tuzağa düşürülmesi, filmin kopuş noktasının başlangıcı haline gelmiş.

Arka arkaya yuvarlanan içki kadehlerinin ardından çingene kızı Pekmez’in sahneye çıkması, kameranın belli belirsiz gelgitleri, geceye ilişkin yaşanan gerçekliklerin sorgulanmasında yaratılan gri alanlar, post-modern anlatım teknikleriyle kameraya yansıtılmış.

Bu yansıma, izleyicinin verili koşullardan yola çıkarken karşılaştığı müphemlik yüzünden yaşananlarla ilgili düzeni ve iktidarı sorgulayacak soruları yöneltmesinin önüne adeta opak bir set çekerek yaşananlara ilişkin çıkarsamada bulunmasını güçleştirmiş.

Yukarıda vurguladığımız gibi senaryodaki bilinçli yaratılan bulanık alanlar filmin bir handikabına dönüşerek seyirciye çok anlamlılık üzerinden geniş bir yorumlama alanı açmak istemiş ama bu durum kurgunun tam olarak kavranmasını engellemiştir.

Durmadan kulaklarımızı tırmalayan kemirgen sesleri; nereden geldiğini bilemediğimiz tuhaf sesler, köhnemiş düzenin kentleri kemiren sembolleri olarak düşünülmüş olabilir.

Yıllardır susuzluk çeken Yanıklar’a getirilecek suyun sondajıyla ilgili tartışmaların ortasında sıradan insanların uzun erimde kendi menfaatlerine karşı nasıl konumlandığını, otoritenin yanında nasıl yer aldığını görüyoruz. Yargının siyasi bir hesaplaşmaya payanda yapılmaya çalışılması da bütün bunların yanında cabası.

Filmin sonunda bir daha seçilmesi zor denilen Belediye Başkanı’nın seçimi tekrar kazanmasıyla başlayan kutlamalarda kitlenin kontrolsüzce kendini sokağa atması, zafer çığlıklarıyla çeşitli taşkınlıklara kalkışarak çingene çadırlarının yakılması seyirciyi ürpertiyor

Filmin başlangıcında domuzu aracın arkasında sürükleyen kızgın kitle; bu sefer Savcı’nın kanını istiyor, öldürme içgüdüsüyle kentin altını üstüne getiriyor. O anda savcının gazeteciyle aynı evde olması eşcinsellik alameti olarak kitleyi daha da saldırgan hale getiriyor.

Filmdeki oyuncuların senaryodaki gerilimi oldukça iyi bir şekilde yansıttığını söyleyebiliriz. Genç ve çocuk yüzlü bir savcının kasabanın yüzlerce yıl kendi içindeki otorite alanlarının gerçekliğini sarsan, Savcı Emrah rolündeki Selahattin Paşalı, rolünde oldukça başarılı .İyi bir performans gösteren gazeteci rolündeki Ekin KOÇ, taşradaki oğlancılık ya da eşcinsel ilişkileri örneklemek amacıyla konulmuş bir karakter. Savcı Emre’yle gazeteci Murat arasında bir ilişkinin yaşanıp yaşanmadığına dair soruların, seyircinin kafasında şekillendiği aşikâr.

Zaten filmde pek çok şeyin izleyicinin yorumuna bırakıldığı bilinçli olarak çok anlamlılık hedeflendiği ortada. Savcının ilacına hap atıldıktan(belirsiz) sonra Pekmez’in tecavüzünde rol alıp almadığı yine bilinçli şekilde karanlıkta bırakılmış ögelerden.

Tekrara düşme pahasına olsa da bir kez daha vurgu yapmak istiyorum; yönetmenin toplumsal boyutta yaşanan pek çok sorunu aynı potanın içine atarak bazılarını muallakta bırakması sinematografik yönden ortaya konulan başarıyı gölgelemiş görünüyor.

Finalde aynı evde oldukları için eşcinsel oldukları sanılarak linç edilmek istenen iki gencin sürükleyici kaçış enstantaneleri akışa ritim kazandırmış. Fakat senaryonun içine; öylesine yukarıdan atılmış gazeteci Murat figürü, muallakta kalan sorular yüzünden ayakları yere basmayan bir karakter olmuş.

Son söz olarak yönetmen Emin Alper’in dördüncü filmi “Kurak Günler” öncekilerden daha iyi bir film olmuş.

Sinemamız açısından da yukarıdaki saydığımız eksiklikleriyle birlikte iyi bir çalışma olduğunu belirterek gönül rahatlığıyla izlenmesi gereken filmler arasında ilk sıralarda olduğunu belirtmek isterim.