Bu kez çığlıklar bir şantiye çadırından yükseldi. 11 Mart gününün akşamında Esenyurt’taki bir AVM inşaatının şantiye çadırlarında çıkan yangında, 11 emekçi yanarak can verdi.

 

Türkiye’de bu kazaların benzerlerini sıralamak, hiç de zor değil aslında. Ya bir maden ocağının karanlık ve siyah kuyusunda, ya sele kapılan bir servis aracının içindeki sabah mahmurluğunda, ya deprem çadırında soğukta üşüyüp titrerken, ya bir atölyenin deposunda çalışırken, ya bir tersanede, ya da yorgun bedenlerin akşam rehavetine kapıldığı bir şantiye çadırının titrek ışıkları altında geliyor ölüm.

 

Yaşanan her iş kazasından sonra mevcut durum, bildik sözler ve bildik haberlerle geçiştiriliyor. Ailelere ödeneceği söylenen tazminatlar, birkaç kişinin gözaltına alınması, belki birilerine verilecek olan göstermelik cezalar ne kazaları bitirmeye yetiyor, ne de ölümleri durdurabiliyor.

 

Çünkü sorun, tekil olaylarda ortaya çıkan dikkatsizliklerden değil, durumu maliyet ve kazanç denklemine göre değerlendiren burjuva anlayışından kaynaklanmaktadır. Çalışanların sosyal güvenliklerini ve işçi güvenliği standartlarını maliyet-kazanç denklemlerinin konusu yapıp, insan hayatına, bir iktisadi işletmenin mali girdisi olarak bakan burjuva yaklaşımı, hayata ve insana dair değerleri gözetmemektedir.

 

İş Kazalarına Bakış Perspektifi

İş Kazası 5510 sayılı kanunda, Sigortalının işyerinde bulunduğu sırada; İşveren tarafından yürütülmekte olan iş nedeniyle veya görevi nedeniyle, sigortalı kendi adına ve hesabına bağımsız çalışıyorsa yürütmekte olduğu iş veya çalışma konusu nedeniyle işyeri dışında; bir işverene bağlı olarak çalışan sigortalının, görevli olarak işyeri dışında başka bir yere gönderilmesi nedeniyle asıl işini yapmaksızın geçen zamanlarda; emziren kadın sigortalının, çocuğuna süt vermek için ayrılan zamanlarda; sigortalıların, işverence sağlanan bir taşıtla işin yapıldığı yere gidiş gelişi sırasında, meydana gelen ve sigortalıyı hemen veya sonradan bedenen ya da ruhen özüre uğratan olaydır” şeklinde belirtilmektedir.

 

Yasadaki tanımda çalışanı ifade eden kavram her defasında “sigortalı” olarak vurgulanmaktadır. Bilindiği gibi sigortalılık, işveren açısından belli bir maliyet gerektiren belli statüdeki çalışanları kapsayan bir durumdur. Kapitalizmin ruhuna uygun olarak bu durum da mali bir yük olarak algılanmakta ve insan hayatına bir meta gibi değer biçilmektedir. Bu nedenledir ki, işveren örgütleri ve sermaye sınıfı, iş kazaları ile iş kazaları sonucunda meydana gelen ölümleri, bir insani kayıp olarak değerlendirmeden önce, bu durumu bir maliyet analizine tabi tutarak, işletmeye getireceği mali yükü hesaplamaya çalışmaktadırlar. Çünkü onlar için insan hayatından önce, böylesi olaylar karşılığında ödemek durumunda kalacakları tazminatların miktarı ve düşme olasılığı bulunan kazançları önemlidir. ‘İş güvenliği’ adını verdikleri bütün düzenlemeleri bu maliyet analizine göre yapar, bu alandaki risk yönetimine bilimsel bir çalışma alanı olarak özel değer verirler.

 

Türkiye İşveren Sendikaları Konfederasyonu (TİSK) tarafından yaptırılarak yayınlanan “İş Sağlığı ve Güvenliği, Yönetim Sistemleri ve Risk Değerlendirme Metodolojileri” adlı çalışmada, işverenlerin ‘iş güvenliği’ne bakışlarının hangi ihtiyaçlardan kaynaklandığı açık bir şekilde belirtilmektedir. “…İş kazaları ve meslek hastalıkları dolayısıyla meydana gelen zararın büyüklüğü, işyerindeki yöneticilerin tehlikeleri belirlememesi ve kontrol edilebilecek riskleri önceden tespit edememesi halinde tamamen şansa kalmıştır. İş kazaları ile meslek hastalıkları nedeniyle oluşabilecek zararı azaltabilmek için işletmelerin iş sağlığı ve güvenliği için bütçelerinde bu konulara ayıracakları fon bulunmalı, yönetimin iş sağlığı ve güvenliği konularının önemi açısından bilinçli olması ve bu konularda kararlı ve etkili kuralların uygulanmasının sağlanması gerekmektedir.” Çoğu zaman, soruna yaklaşımda kavramsal ifadeler önemli veriler sağlamaktadır. Burada ifade edilen “iş sağlığı ve güvenliği” vurgusu ile çalışanlar değil, yapılacak olan  ve dolayısıyla da işin sahibi gözetilmektedir. Kapitalistler, çalışanların hayat risklerini değil, iş sahibinin mali risklerini dert ettikleri için “önlem” gerektiğini düşünmektedirler.

 

Öyleyse sorunu tespit etmek yeterli değildir. Sorunun hangi açıdan tespit edildiği yaşamsal değerdeki cevapları da berraklaştıracaktır. Eğer sorun, çalışanların hayatı ile ilgili riskleri önemsemeyi gerektirecek bir anlayışla ele alınacaksa, doğal olarak çalışanların hayatlarını gözetecek çözümler üretmek gerekecektir. Fakat sorun, bir mali analiz ve iktisadi girdi sorunu olarak görülecekse, duruma iktisadi varlığın (sermayenin) cephesinden bakılacak ve çözüm de o perspektifle önerilecektir.

 

Yani aslında soruna bakış da, sorunun çözümü de sınıfsal bir yaklaşım gerektirmektedir.

 

“Sosyal Güvence” Gerçekten Güvence mi?

Çalışanlara verilecek olan tazminat ve aylıkların hangi esaslarla ödeneceği de 5510 sayılı kanunla düzenlenmiştir. Çalışma bakanı bu kanuna atıfla, Esenyurt’taki yangında ölen işçilerin ailelerine ödenecek tazminat ve aylıklar konusunda yaptığı açıklamada, ölen 11 işçiden 7'sinin ailesine hem ölüm aylığı hem de iş kazası tazminatı, geriye kalan 4'ünün ailesine ise sadece iş kazası tazminatı verileceğini açıkladı. Bu dört işçinin ailesine sadece tazminat ödenmesi, yani aylık bağlanmamasının nedeni ise, onların sigortalılık sürelerinin aylık bağlamak açısından yetersiz olması olarak değerlendirilmektedir. Aynı gün basına düşen haberlerden anlaşılıyor ki, bu yangında ölen işçilerden ikisinin sigortalılık girişi 11 Mart 2012 Cumartesi günü ölümlerinden birkaç saat sonra yapılmıştır. Böyle bir haberin doğruluğu ne yazık ki kimseyi şaşırtmamıştır. Kaçak ve kayıtsız işçi cennetine dönüşen çalışma alanları, bunun gibi çok sayıda örneği barındırmaktadır. Bu olay da göstermiştir ki, kanunla düzenlenen sigortalılık durumu, bu kanunu hile yoluyla etkisizleştirip uygulanamaz hale getiren iş sahipleri (kapitalistler) tarafından işlevsiz hale getirilmekte ve bu olaylar ne yazık ki artık kanıksanan bir durum haline gelmektedir.

 

İş sahiplerinin (kapitalistlerin) görüşü alınmadan, iş hayatını düzenleyen yasaların çıkarılmadığı herkesçe bilinmektedir. İş hayatının en önemli bileşeni olan işçilerin ve onların temsilcisi olan işçi örgütlerinin bu kanunlar karşısındaki itirazları ise sert yöntemlerle bastırılarak, marjinalize edilmeye çalışılarak ve toplumsal şekillendirme enstrümanları kullanılarak etkisizleştirilmektedir. İş sahipleri (kapitalistler), bu şekilde çıkarılan yasalara bile uymamaktadırlar.

 

Herkes bilmektedir ki, çalışma süreleri yeterli olmadığı gerekçesiyle ailelerine aylık bağlanmayan bu işçiler, yıllar boyunca kayıtsız, güvencesiz, sosyal güvenlik kapsamı dışında tutularak çalıştırılmaktadırlar. Üstelik bu durumu hem iş sahipleri (kapitalistler), hem yasaları yapanlar hem de denetleyici durumda olanlar bilmektedir. Bir yandan bu korsanlık düzenine göz yumarken, diğer yandan timsah gözyaşları dökmek, olsa olsa ancak ikiyüzlü bir sahteliğin göstergesidir

 

Emek Örgütlerinin Durumu

Bugün, giderek etkisizleşen mevcut emek örgütleriyle, değişen, dönüşen, giderek daha parçalı, daha karmaşık hale gelen çalışma hayatının ve bu hayatı yönlendiren kapitalizmin yarattığı krizler/sorunlar karşısında güçlü bir karşı duruş göstermek hayli zor görünmektedir.

 

Kapitalizmin ortaya çıkmasının ardından, 18. yüzyılda İngiltere’de başlayan sendikal hareket, Fransa’da ve aynı yüzyılın son yarısında Amerika’da mücadeleler sonucunda tarihe geçen kazanımlar elde edilmesini sağladı.

 

Bu dönemde örgütlenmeye başlayan sendikalar, o dönemin çalışma biçimlerini esas alarak hareket etmek zorundaydılar ki olması gereken de buydu. Üretim biçimleri, çalışma şekilleri ve üretim araçlarının özelliklerinin getirdiği sonuçlar olarak birbirine benzer koşullarda çalışan ve bir arada bulunarak kitlesel durum yaratabilen işçi sınıfı bu temeller üzerinde sendikal örgütlerini geliştirdi. Bu örgütlenmeler ile işçi sınıfında hem politik bir birikim oluştu hem de sosyal-ekonomik hakların elde edilmesi yönünde önemli aşamalar kat edilmiş oldu.

 

Ancak bugün durum oldukça farklılaşmıştır. 18. yüzyılda ortaya çıkan, 19. ve 20. yüzyıllardaki, emek-sermaye çatışmasına ve emek mücadelesi hareketine damgasını vuran sendikal hareket, 21. yüzyılda etkisinden çok şey yitirmiş görünmektedir. Günümüzdeki sendikal hareket, toplumsal dinamikleri yönlendirememekte, siyaset ile sendikal hareket arasındaki bağı kuramamakta ve en önemlisi de emekçilerin sorunlarına çözüm üretebilecek bir güç birikimini sağlayabilmekten uzak görünmektedir.

 

Bu yetersizlik, 2011 yılına ilişkin sendikalı çalışan sayısında belirgin bir şekilde ortaya çıkmaktadır. TUİK verilerine göre, 2011 yılında Türkiye’deki işgücü, istihdam oranı ve istihdam yapısı şu şekilde gerçekleşmiştir:

 

İşgücü                                    : 27.147.000 kişi

İstihdam edilen                     : 24.749.000 kişi

İstihdam oranı                      :  % 91,2

İşsiz sayısı                             :  2.398.000 kişi

İşsizlik oranı                         :  % 8,8

 

TUİK verilerinin doğru kabul edilmesi durumunda, 2011 yılında Türkiye’de çalışan sayısı 24 milyon kişiden fazladır. Bu sayının 15 milyon kadarı (%61,7) ücretli, maaşlı, yevmiyeli olarak; 3,5 milyon kadarı (% 14,4) da ücretsiz aile işçisi olarak çalışmaktadır. Geri kalanı ise (%24) kendi hesabına çalışan kişilerden oluşmaktadır. Bütün bu verilerden ortaya çıkan sonuç, 2011 yılının Türkiye’sinde sendikaya üye olabilme potansiyeli bulunan en az 18 milyon çalışan bulunduğudur. Ancak 2011 yılında sendika adı verilen bütün örgütlere üye olan çalışan sayısına bakıldığında durumun ne kadar can sıkıcı olduğu ortaya çıkmaktadır.

  

İşçi sendikalarına üye olan             :    922.188 kişi

Sendika üyesi kamu çalışanları      : 1.195.102 kişi

Sendikalı sayısı toplamı                   : 2.117.290 kişi

Sendikalaşma oranı                         : % 12 (yaklaşık)

 

Çalışan sayısı ile sendikalı sayısı karşılaştırıldığında, sendikal örgütlenmelerin ne kadar daralmakta olan yapılara dönüştüğü ortaya çıkmaktadır. Bu sendikaların bir kısmının kapitalist sisteme payanda olmak gibi bir durumu işlevselleştirmeye çalıştıkları da hesaba katılırsa, emek mücadelesinde sendika cephesindeki durum daha net olarak görülecektir. Sendikal hareketin bu haliyle, kapitalizmin saldırılarına karşı güçlü bir duruş göstermesi tamamıyla olanaksız olmasa da, sonuç alıcı kazanımlar elde etmesi pek de mümkün görünmemektedir.

 

Birleşik Emek Örgütleri / Birleşik Emek Mücadelesi

18. Yüzyılda oluşturulan ve 19. yüzyılın gerçeklerine göre yeniden şekillendirilen emek örgütlenmeleri ile, 21. yüzyıl kapitalizminin ürettiği sorunlara ve krizlere karşı durmak mümkün görünmemektedir. Yeni çalışma biçimleri ve bu biçimlerin yarattığı mevcut sorunlar irdelenmeden, parçalı çalışma hayatı ile giderek etkisizleştirilen sendikal örgütlenmelerin, 21. yüzyıl çalışma biçimlerine göre yeniden kurgulanması sağlanmadan emek mücadelesinin başarıya ulaşması oldukça zordur.

 

Bugün, Türkiye’de çalışan insanların % 59’unun, 10 kişiden az çalışanı olan işyerlerinde çalıştığı, bu sistemin yaygınlaşarak devam edeceği düşünülürse, sendikal yapıların gelecekteki en önemli açmazının nerede olacağı daha net olarak ortaya çıkmaktadır.

 

Çalışma hayatındaki farklılaşma, giderek daha çok belirginleşen iş bölümü, yaratılmakta olan güvencesiz ve esnek çalışma hayatı, değişen sınıf özellikleri ve işçi sınıfının mevcut durumu, yeni ve birleşik bir mücadeleyi gerekli kılmaktadır.

 

Elbette emek örgütlerinin birleşik mücadelesinden kastedilen şey, mevcut sendikalı çalışanların aritmetik toplamından oluşacak bir sayı değildir. Bu birleşik mücadele kurgulanırken, hem herhangi bir sendikanın çeperi içinde bulunmayan örgütsüz kitlenin durumu, hem de çalışanların sorunlarının sadece iş hayatı ile sınırlı olmayıp diğer toplumsal katmanları da etkilediği göz ardı edilmemelidir. Emek ve hak mücadelesi yürütülürken hareket alanı, sadece işyerleri ile sınırlı olmamalıdır.

 

Günümüz sendikal hareketi, emek mücadelesinde önemli bir birikimin ve deneyimin oluşmasını sağlamıştır. Ancak artık yeni bir dönemin eşiğine gelinmiştir. Giderek yaygınlaşan güvencesizlik, her gün daha fazla can yakan taşeronlaştırmalar, işçi ölümleri ve kazanılmış hakların tek tek sırayla budanması sendikal hareketin de yeniden tanımlanması ihtiyacını hızlandırmaktadır.

 

Birleşik emek örgütleriyle, birleşik emek mücadelesinin yürütülmesine ilişkin sorun, sendikal örgütlenme alanında tartışılması gereken önemli bir zorunluluk haline gelmiştir.